ARA
İSLAM ALİMLERİ ANSİKLOPEDİSİ

İstanbul’da yetişen evliyânın büyüklerinden. İsmi, Abdülehad Nûri bin “Muslihuddîn Safâî bin İsmâil bin Ebü’l-Berekât’tır. Künyesi Ebü’l-Mekârim’dir. 1002 (m. 1593) senesinde Sivas’ta doğdu. 1061 (m. 1651) senesi Safer ayının ilk Cum’a günü, ikindi vaktine yakın vefât etti. Ertesi gün öğle namazından sonra, Azîz-zâde Şeyh Abdülbâkî tarafından cenâze namazı kıldırıldı. Sonra Eyüb nişancasındaki dergâhına defnedildi.

Sevenlerinden Yûsuf Ağazâde Mustafa Efendi, kabrinin üzerine türbe yaptırdı.

Abdülehad Nûri, daha üç yaşında iken büyük âlim ve annesinin amcası, Şemseddîn Sivâsî’nin nazar ve feyzine kavuştu. Şemseddîn Sivâsî hazretleri vefâtına yakın, “Abdülehad’ı bana getirin” buyurdu. Fakat, Abdülehad’ı değil de Müeyyed Çelebi isminde başka bir çocuğu getirdiler. Şemseddîn Sivâsî yine; “Bana Abdülehad’ı getirin” buyurdu. Bu sefer Ömer Çelebi isminde bir çocuğu getirdiler. Bunun üzerine Şemseddîn Sivâsî; “Emânete hıyânet olmaz. Bana Abdülehad’ı getirin” buyurunca, mecbûren Abdülehad’ı getirdiler ve Şemseddîn Sivâsî’nin eline verdiler. Şemseddîn hazretleri Abdülehad’ı aldı. Bir müddet ilâhi sırlarla dolu olan göğsüne bastırdı ve tam bir teveccüh ile ona teveccüh ettiler. Sonra Abdülehad’ı Anne Hâtuna teslim etti. Emîrleri üzerine, mahremleri olan hanımlar dışarı çıktılar. Onlardan sonra içeriye, dışarda bekleyen halîfeleri ve talebeleri girdiler. Şemseddîn Sivâsî onlarla birlikte, bir saat kadar Allahü teâlânın zikri ile meşgûl oldular. Daha sonra bir duâ okuyan Şemseddîn-i Sivâsî, duânın bitiminde rûhunu teslim etti. Orada bulunanlardan ba’zısı, vefât etti. ba’zısı da vefât etmedi diye tereddüt ettiler. En sonunda içlerinden birisi, Şemseddîn Sivâsî’nin yanına varıp, rûhunu teslim ettiğini görüp, mahzur ve kederli olarak, orada bulunanlara bildirdi.

Bir süre sonra da, Abdülehad’ın babası vefât etti. Babasının vefâtından sonra, dayısı Abdülmecîd Sivâsî ve iki ağabeyi ile İstanbul’a gitti. Tasavvuf yoluna girmesi, dayısı Abdülmecîd Sivâsî’nin elinde olmuştur. Büyük âlimlerden aklî ve naklî ilimleri, bütün teferruatı ve incelikleriyle tahsil eden Abdülehad Efendi, peşipeşine “Erbe’în” denen müddeti bitirdikten sonra halifelik aldı. (Erbe’în, kırk günlük murâkebe ve inzivâdır) Abdülehad Efendi bundan sonra insanları doğru yola sevk etmeğe me’mûr oldu. Yirmi yaşından i’tibâren kitap yazmağa başladı.

Abdülehad Efendi, Resûlullah efendimizin ( aleyhisselâm ) mübârek işâretleri ile Midilli’ye gönderildi. Giderken en kısa zamanda tekrar İstanbul’a döneceğini bildirdi. Abdülehad Efendi Midilli’ye teşrîf ettiklerinde, yetmiş tane gayri müslim, onun vasıtasıyla İslâmiyeti kabûl etti. Midilli halkı Abdülehad Efendi’yi çok sevdi ve hemen hepsi ona talebe oldu. Dayısı ve hocası olan Abdülmecîd Sivâsî bu durumu duyunca; “Aferin Abdülehad’a! Umduğumuzdan fazla tasarruf kuvvetine sahip imiş” buyurdu. O sırada, donanma komutanlarından hayır sahibi bir zât olan Bâlî-zâde Hasen Bey, Midilli’ye gelişinde; bir câmi, bir dergâh ve pekçok odalar ve yemekhâneden meydana gelen bir külliye yaptırdı. Burayı Abdülehad Efendi ve ondan sonra gelecek olan talebelerine tahsis etti.

Zamanın şeyhülislâmı Yahyâ Efendi, Midilli’de Abdülehad Efendi’nin verdiği va’zları, dersleri ve hizmetleri çok beğenerek, ona karşı kalbten bir sevgi beslemeye başladı. Birgün Abdülmecîd Sivâsî’nin ziyâretine giden Yahyâ Efendi ona; “Abdülehad Çelebi’yi da’vet edin de, Mehmed Ağa dergâhını ona verelim. İnşâallah o, İstanbul’da va’zları ve halkı doğru yola sevk etmesi ile, zamanının bir tanesi olacaktır” dedi. Abdülmecîd Sivâsî bu teklifi kabûl etti. Bir mektûb yazıp, Abdülehad Efendi’yi çağırdı. Abdülehad Efendi, emre uyup bir gemiyle derhal İstanbul’a geldi. Doğruca dayısı ve hocası Abdülmecîd Sivâsî’nin huzûruna girdi. Dayısı; “Oğul, Şeyhülislâm Yahyâ Efendi seni ister. Varın ziyâret edin. Murâd-ı şerîfleri nedir? Bir görün” buyurdu. Abdülehad Efendi, Yahyâ Efendi’nin huzûruna varınca, Şeyhülislâm; “Abdülehad Çelebi! Sana merhum Mehmed Ağa dergâhını verdik. Burası şerefli bir dergâhtır” dedi. Abdülehad Efendi, Şeyhülislâm Yahyâ Efendi’nin bu teklifini kabûl etti ve duâ buyurdu. Oradan ayrılıp, Abdülmecîd Sivâsî’nin yanına gitti ve durumu arz etti. Dayısı da; “Allah mübârek eylesin. Midilli’yi fetheyledin. Çok gönülleri ihyâ ettin. İnşâallah İstanbul’da da çok kimsenin ebedî saadetine vesile olursun. Şimdi hiç durma, yerine bir talebeni ta’yin edip, vâlideni ve talebelerinden gelmek istiyenleri alıp gel!

Dergâhında talebelerini terbiye ile meşgûl ol” dedi. Abdülehad dayısı ve hocası Sivâsî’nin emrine uyup, hiç geciktirmeden Midilli’ye gitti. Talebelerinden fıkıh ve tasavvuf yolunu iyi bilen, Alîmî Efendi’yi yerine ta’yin etti. Vâlidesini ve talebelerinden birkaç tanesini alıp, İstanbul’daki Mehmed Ağa dergâhına yerleşti. Bu dergâhda, yirmisekiz sene va’z ve nasîhatla meşgûl oldu. 1045 (m. 1635) senesi Rebî’ul-âhır ayından i’tibâren; Ayasofya, Fâtih ve Sultan Ahmed câmilerinde va’z vermeye başladı.

Abdülehad Efendi, Cum’a günü hangi mevzûda va’z verecekse, onunla alâkalı âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerin meâllerini güzelce beyân eder, bir de mevzû ile alâkalı bir hikâye anlatır, söylenmesi lâzım olan husûsları söyleyerek, çok fâideli nasihatler yapardı. Müşkülleri ve suâlleri olanlar, va’zdan sonra, anlıyamadıkları yerleri sorarlar, o da cevaplarını verirdi. Birgün Abdülehad Efendi, Sultan Ahmed Câmii’nde va’z verirken şu şiiri söyledi:

Semâdan sırr-ı tevhîdi duyan, gelsin bu meydâne!
Derûn-i içre bugün, Allah diyen gelsin bu meydâne!

Duyanlar sırr-ı Settârı, görenler nûr-i Gaffârı,
Cihanda şîşe-i ârı, kıran gelsin bu meydâne!

Sezadır ehli irfâne, getirsin canı meydâne!
Feda kılmaya ol canı, duyan gelsin bu meydâne!

Gönül maksûdunu buldu, cihan envâr ile doldu.
Bugün nûr-u iklim oldu, duyan gelsin bu meydâne!

Abdülehad Nûri Efendi, bir va’z esnasında, vefâtının yaklaştığına işâret etti. 1060 (m. 1650) senesinde bütün derslerine son vererek va’z verme işini de talebelerinden, Belbâlcî-zâde Şeyh Abdülkâdir Efendiye bıraktı. Kendisini tamamen ibâdet ve tâata verdi. 1061 (m. 1650) senesi Muharrem ayının sonunda biraz rahatsız oldu. Hastalıkları artınca, Sultan Dördüncü Mehmed Hân, Vâlide Sultan, Vezîr-i a’zam, Şeyhülislâm ve diğer sevenleri tarafından gönderilen tabibler bir olup, ilâç vermek istemişlerse de, Abdülehad Nûrî Efendi kabûl etmedi. Zamanın Lokman Hekimi diye meşhûr olan Fergânî-zâde Süleymân Ağa; “Sultânım, ilâcı bıraktık. Bari mübârek başınıza sarığınızı giyin. İnşâallah ilâca muhtaç olmazsınız.” deyince, Abdülehad Efendi; “Süleymân Ağa! Siz bizim ahvâlimize vâkıfsınız. Biz da’vet olunduk. Bizi bekliyorlar. Biz huzûru Rabbilâlemîni tercih ettik” dedi. Hastalığının yedinci günü ikindi vakti vefât etti. Gaslini, Dergâh Câmii İmâmı olan Tatar Ali Efendi yaptı. Ali Efendi ne tarafa çevirmek istediyse Abdülehad Efendi’nin bedeni kendiliğinden o tarafa döndü.

Abdülehad Nûri Efendi’nin birçok kerâmetleri ve menkıbeleri vardır. Bunlardan bir kısmı şöyle nakledilir:

Meşhûr talebelerinden Karabâşî Hacı Sâdık Efendi şöyle anlattı: “Hacca giderken, korkulu ve kimsesiz yerlerde, Abdülehad Efendi’yi bizzat bu gözlerim ile görürdüm. Kendi kendime, her hâlde ona olan fazla sevgimden dolayı onu gördüğümü, bir hayal olduğunu zannettim. Fakat Mekke-i mükerremeye vardığımda, tavaf ederken yine hocamı gördüm. Hattâ bana selâm verdi. Ben de elini öptüm. Sonra kayboldu. Ben tavafımı bitirdiğimde, hocam Makâm-ı İbrâhim denilen yerden ayrılıyordu. Bana; “Ey Sâdık Dede! Arafat’ta görüşürüz”, deyip tekrar kayboldu. Arafat’ta hocam Abdülehad Efendi ile birlikte vakfeye durduk. Sonra bana veda ederek yanımdan ayrıldı.”

Abdülehad Efendi 1060 (m. 1650) senesinde, talebeleri ile Rumelihisârına gitmişti. Orada bir yerde birkaç gün kalmışlardı. Bir ara sohbet ederken orada bulunanlardan biri; “Efendim evliyâullah, Allahü teâlânın izni ile toprağı altın yapar. Sizden böyle şey isterim” dedi. Bunun üzerine Abdülehad Efendi besmele çekip yerden bir avuç toprak alıp, dervişin avucuna döktü. Dervişin avucunda birkaç adet hâlis altın meydana geldi. Bir tanesi yere düştü. Ali Dede isminde bir talebe o altını alıp, koynuna koydu. Teberruken o altını muhafaza etti. Vefâtına yakın, o altını ne yaptığı sorulunca; “Onu canım gibi muhafaza ediyorum. Efendimin yâdigârıdır. Bu kadar zengin olmama bu altın vesile oldu” dedi.

Abdülehad Efendi, Kandilli taraflarında bir yere talebeleri ile beraber gitmişti. Orada talebeler denize girmek için izin istediler. Abdülehad Efendi de onlara izin verdi. Herkes denize girdi. Fakat talebelerden birisi denize girmemişti. Abdülehad Efendi o talebeye niçin denize girmediğini sorunca, o talebe; “Efendim! Vücûdum zayıftır. Soğuk suya tahammülü yoktur” diye cevap verdi. Bunun üzerine Abdülehad Efendi, “Deniz suyu hamam suyu gibi sıcak olabilir. Hem sıhhat ve kuvvete vesile olur” buyurunca, o talebe de emre uyarak denize girdi. Deniz suyunun, hamam suyu gibi sıcak olduğunu gördü.

Abdülehad Efendi birgün, talebelerinden birisinin bir iş için Üsküdar’a gidip gelmesini istedi. Fakat o gün deniz çok fırtınalı idi. Kayık hiç işlemiyordu. Bu yüzden talebelerden kimse ben gidip gelirim diyemedi. Nihâyet, talebelerden bir tanesi, Abdülehad Efendi’nin emrini yerine getirmek için kendisinin Üsküdar’a gidip, geleceğini söyledi. O zaman Abdülehad Efendi o talebesine; “Güzel bir hâlde gidip gel” diye duâ etti. O talebe Eminönü’ne geldiğinde, yüz kadar kayıkçıdan ancak birini Üsküdar’a gidip gelmeye ikna edebildi. Kayıklarından birisini denize indirdiler. Bir ok atımı gitmeden, fırtına dindi, deniz sâkinleşti, rüzgâr uygun bir yöne doğru esmeğe başladı. Yelken açıp, Üsküdar’a kısa zamanda gidip geldiler. Dönüşte talebe durumu Abdülehad Efendi’ye bütün tafsilatıyla anlattı. Abdülehad Efendi o talebesine çok duâ etti.

Hassa-ı hümâyûndan Gürcübaşı Mûsâ Ağa, Abdülehad Efendi’ye bağlı en samîmi talebelerinden idi. Bu zât şöyle anlattı: “Abdülehad Efendi hiç bir sebep yokken ve bir münâsebet de geçmeden bana; “Mûsâ Ağa, Mısır’dan dönüşte, kalyona binmeyip, sayıkaya veya firkateyne bininiz” buyurdu. Buna çok taaccüb ettim. Çünkü, Mısır’a gitmek hiç hatırımdan bile geçmemişti. Fakat Abdülehad Efendi’nin bunu söylemekten bir murâdları olmalı deyip, merakla bekliyordum. Ama bu sözün ma’nâsını bir türlü anlıyamıyordum.

Abdülehad Efendi’nin vefâtlarından birkaç sene sonra Mısır’a gitmem icâb etti. Mısır’a gittim. Dönüşte yol arkadaşım Hacı Hasen ile, eşyalarımı İskenderiyye’ye gönderdim. Hacı Hasen İskenderiyye’ye vardığında eşyalarımı hazır bir kalyona yüklemiş. Oraya varıp, eşyalarımın kalyona yüklenmiş olduğunu görünce, Abdülehad Efendi’nin bana yaptığı tenbihler hatırıma geldi. Bu yüzden eşyalarımı o kalyonla götürmemek için, ne kadar gayret sarfetti isem de mümkün olmadı. Bunun üzerine kazaya rızâ gösterip, Allahü teâlâya tevekkül ederek kalyonla yola çıktık. Yelkenler açıldı, uygun bir rüzgâr ile bir gün bir gece yol aldık. Sonra büyük bir fırtına çıktı. Çok tehlikeli durumlarla karşı karşıya kaldık. Bir sahile yanaşmak imkânı yoktu. Kalyon su almaya başladı. Suyu tulumbalarla dışarıya atmak mümkün olmadı. Yetmiş kadar kişi, kurtulmak için sandallarla denize indiler. Fakat büyük dalgalar onları alabora etti. Kayıkların içindekiler yardım çığlıkları ile bağırıyorlardı.. Kalyon da batmak üzereydi ki, Abdülehad Efendi denizin üzerinde görünüp, “Korkma, kurtulacaksın” dedi. Benden başka üç kişiye de böyle göründü, İki gün iki gece deniz üzerinde hocamın rûhâniyeti bizimle beraber bulundu ve bizi teselli etti. Bu şekilde Suriye’nin Trablus’una ulaştık. Bu sırada Abdülehad Efendi; “Mûsâ Ağa, bundan sonrası selâmettir” deyip kayboldu. Fakat yanımızda hiç harçlığımız yoktu. Bu sırada tanıdıklarımızdan birisi hâlimizi öğrenip, İstanbul’a gittiğimizde ödemek üzere, bize harçlık ve elbise verdi. Bizi bir müddet evinde misâfir etti. Böylece Abdülehad Efendi’nin kerâmetleri ile memleketimize ulaştık.”

Birgün, Abdülehad Efendi Süleymâniye Câmii’nde va’z ederken, va’z kürsüsüne bir kâğıt kondu. Va’zdan sonra, bu şekilde konan kâğıtları okurlardı. Yine bu kâğıdı da okudu. Kâğıtda, sizin Gavs olduğunuz söyleniyor. Gavs olan, Allahü teâlânın izni ile istediğini yaparmış. Eğer Gavs iseniz, beni bu mecliste öldürün bakalım, yazıyordu. Abdülehad Efendi bu yazıyı okuyunca “Taassup insanı nelere götürürmüş. Sübhânallah, biz âciz ve fakir bir kimseyiz. Halk bizi Gavs ve Kutb bilir. Hak teâlâ onları tasdik eyleye. Kutb olanlar, ehli nefis olanlar gibi, ben bunu yapamaz mıyım diye elinden geleni yapmaya kalkışmaz. Onlara sıkıntı ve cefâ verilse bile onlar af ederler. Onun için yüksek mertebelere eriştiler. Fakat evliyâ, kınından çekilmiş bir kılıçtır. Bir kimse kendini kılıca vursa, kabahat kılıcın mıdır, yoksa kendini kılıca vuranda mıdır?” buyurduklarında, câminin içinde; “Aman, eyvah, eyvah” diye bir çığlık koptu. O kâğıdı yazan kişi o anda vefât etti.

Muhammed Nâzır Efendi şöyle anlatır: “Bir rü’yâ gördüm. Rü’yâda büyük bir sahradaydım. Büyük bir ağacın etrâfında yedi kişi oturmuştu, önlerinde birer tane, buğday döğecek tokmak vardı, içlerinden birisi, beni öldürmek kastıyla; “Azîz’in mezrasında ne gezersin?” diyerek benim üzerime hücum etti. Ben de ondan kendimi kurtarmak için; “Ben, Azîz’in talebelerindenim” dedim. O sırada uyandım. Hemen rü’yâmı ta’bir etsin diye, Abdülehad Efendi’nin yanına gittim. Huzûruna varınca; “Hoş geldin Efendi. Rü’yândakiler bizim hizmetçilerimizdir. Kılıçları ve diğer silâhları mükemmeldir. Size tokmak ile görünmeleri merhametlerindendir” buyurdu. Onun bu kerâmetini görünce, derhal bütün varlığım ile ona intisâb ettim.”

Kudüs ve Kâhire’de kadılık yapmış olan İsmâil-zâde Efendi, Abdülehad Efendi’nin dergâhına yakın bir yerde oturuyordu. Abdülehad Efendi’ye gider, gelirdi. Yine birgün İsmâil-zâde Efendi, dergâha acele ile geldi. Abdülehad Efendi’ye; “Efendim! Ma’lumunuz, bir oğlumuz kaldı. O da tâ’ûn hastalığına yakalandı, ölmek üzeredir. Duâ ve himmetlerinizi istemeye geldim” dedi. Abdülehad Efendi, yapacak birşeyi olmadığını bildirmesi üzerine, Kâdı İsmâil-zâde Efendi; “Sizden muradım nail olmadıkça, buradan ayrılmam mümkün değildir” dedi. Duâ ve himmet etmeleri için çok yalvardı. Bunun üzerine Abdülehad Efendi; “Bakalım Hak teâlâdan ne işâret buyurulur” deyip dışarı çıktı. İki rek’at namaz kılıp murâkabeye vardı. Bir müddet o hâlde kaldı. Sonra bulunduğu yerden çıkıp; “İsmâil Efendi, oğlun tâ’ûndan kurtuldu. Sıhhate kavuştu. Elbisesini giymiş bir hâlde odasında dolaşmaktadır” diye müjde verdi. Buna çok sevinen İsmâil Efendi, Allahü teâlâya hamd ve senada bulunup, Abdülehad Efendi’ye çok teşekkür etti. İsmâil Efendi evine vardığında oğlunu, Abdülehad Nûri Efendi’nin haber verdiği şekilde, odada elbisesini giymiş olarak dolaşır buldu. Abdülehad Nûrî Efendi’ye; “Sultânım, böyle bir hastanın şifâya kavuşmasına vesile olmak büyük bir iş, güç ve kuvvettir” denildiğinde şöyle cevap verdi: “Evet öyledir. Fakat Allahü teâlânın dilediği şey elbette olur. Allahü teâlâya, bu hastalığı o çocukları defetmesi için teveccüh edip yalvardığını zaman, tâ’ûn askerinden ellerinde bir defter ile dört kimse göründü. “Siz Kutb-u a’zam, gavs-ı âlem ve Allahü teâlânın sevdiği bir kul olduğunuz hâlde, niçin Allahü teâlânın kaza ve kaderine karşı gelirsiniz. Bizim defterimizde ismi ve resmi ile vefâtı yazılı olan kimsenin yaşamasını niçin istersiniz?” dediklerinde, onlara; “Benim Allahü teâlâya teveccüh etmem, yalvarıp yakarmam da, Allahü teâlânın rızâsı, kaza ve kaderi ile değil midir” dedim. O dört şahıs sustu ve kaybolup gittiler.

Vezirlerden birisi, Abdülehad Efendi’ye bir kese altın hediye gönderdi. Birgün o vezir, Abdülehad Efendi’nin sohbetinde bulunurken; “Bu derecede hediyede bulunmak herkesin kârı değildir” ma’nâsında sözler sarf ederek övündü ve yaptığı iyiliği başa kakar bir duruma geldi. Bunun üzerine Ebdülehad Efendi; “Behey Paşa! Fakirlerin ve halkın gözü, ciğeri ve kanı ile bana minnet mi edersin” dedi. Ellerini yanlarında bulundurdukları keseye soktuğunda kesedeki altınlar herkesin gözü önünde kan olup ortaya doğru akmaya başladı. Bu durumu gören Paşa hemen tövbe ederek, Abdülehad Efendi’den af diledi.

Abdülehad Efendi’nin, kadı olan, doğruluğu, sadâkat ve bağlılığı ile bilinen bir talebesi vardı. Çoluk-çocuğunu bir gemiye bindirerek, kadı ta’yin olduğu yere gidiyordu. Bir ara büyük bir fırtına çıktı. Geminin yelkenleri ve direkleri parçalandı. Gemide bulunanların hayattan ümidlerini kestikleri, ağlıyarak Kelime-i şehâdet getirdikleri ve Allahü teâlânın rahmetini diledikleri bir sırada, Allahü teâlânın izni ile Abdülehad Nûrî Efendi onlara göründü. “Niçin feryâd edersiniz. Deniz de bir mahlûk, emredileni yapan bir me’mûrdur” buyurup, denize; “Ey deniz! Allahü teâlânın izni ile sakin ol!” dediğinde deniz hemen sâkinleşti. Sanki biraz önce, fırtına olmamış bir hâle geldi. Bu durumu gören gemidekiler, Allahü teâlâya hamdü senada bulundular.

Hacı Hızıroğlu Mehmed Ağa, Üsküdar’ın ileri gelenlerinden ve sipâhilerinden idi. Büyük zâtların sohbetlerinde çok bulunurdu. Tarikat âdabından nasîbini almış, ehl-i edeb sahibi bir zât idi. Birgün kötülük ve zulüm yapmak isteyen ba’zı kimselerin kendisini aradıkları haberini aldı. Bunun üzerine dostlarından birisinin evinde saklandı. Gece Allahü teâlâya, onu bu belâ ve musibetten muhafaza buyurması için yalvarırken, çevresinde bulunan evliyâ olan zâtlardan yardım ve duâ istemek hatırına geldi. Evinin çevresinde oturan evliyâyı bir bir hatırına getirdi. O anda hatırına, bu belâdan, Abdülehad Nûri Efendi’nin vasıtasıyla kurtulabileceği düşüncesi geldi. Bunun üzerine bütün kalbiyle Abdülehad Nûri Efendi’ye yönelip, Abdülehad Efendi hürmetine beni bu belâdan kurtar diye Allahü teâlâya yalvardı. O arada uyuya kaldı.

Rü’yâsında Abdülehad Nûri Efendi’yi gördü. Ona; “Mehmed Ağa, korkma! Zorbaların defterinden senin ismin kaybolmuştur. Gönlün hoş olsun. Rahat bir hâlde evinde dostların ile sohbet eyle” dedi. Uyanır uyanmaz Mehmed Ağa, Abdülehad Nûri Efendi’nin dergâhındaki talebelere yedirmek üzere, Allah için yedi kurban adadı. Bir iki hafta evinde dostları ile sohbette bulundu. Çarşı, pazarda dolaştığı hâlde, herhangi kötü bir haber almadı.

Körükçü-zâde Efendi isminde bir âlim, Süleymâniye Câmii’nde birgün va’z eder, altı gün de umûmî ders verirdi. Abdülehad Nûri Efendi’ye ve talebelerine gerek va’zında, gerekse derslerinde dil uzatır, aleyhinde konuşurdu. Abdülehad Efendi’nin halîfeleri ve talebeleri, o zâtın bu sözlerini duyunca çok üzüldüler. Abdülehad Efendi’ye onu şikâyet edip, o zâtın va’zınâ ve derslerine mâni olmasını istediler. Bunun üzerine Abdülehad Efendi onlara; “Birkaç gün tahammül edin. Onun bizi inkârı ve düşmanlığı, bize bağlılığa dönüşecek. Bizim talebelerimiz arasına girecek. Vefâtımızdan sonra otuz sene tasavvuf yolunun doğruluğunu müdâfaa edecek” dedi. Çok geçmeden birgün, Abdülehad Efendi talebeleri ile beraber sohbet ederken; “İşte dostunuz Körükçü-zâde Efendi geliyor” dedi. Herkes hayretle onun gelişini bekledi. Ansızın huzûra girdi. Abdülehad Efendi’nin ellerine kapandı. Hıçkırarak ağladı. Bunun üzerine Abdülehad Efendi; “Gördüğünüz rü’yâdan haberimiz var. Muradınız ne ise onu söyleyin” dedi. Körükçü-zâde Efendi; “Saâdetli Sultânım! Bu köleniz kırk seneden beri, medresede müderrislik yapmaktayım. Bütün vakitlerim ders okutmak, va’z vermek, Resûlullah efendimizin ( aleyhisselâm ) sünnet-i seniyyesi ile amel etmekle geçtiği hâlde, niçin rü’yâmda Resûlullah efendimizin mübârek cemâlini göremediğimi, yüksek ve bereketli sohbetleri ile şereflenemediğimi, niçin mahrûm olduğumu düşünerek uykuya daldım. Gördüğüm rü’yâ ile bu derdime derman ve merhemin sizin olduğunuzu anladım. Aman ne olur, benim bu derdime derman olun” diye ağlayıp inledi. Bunun üzerine Abdülehad Efendi, onun kulağına birşeyler söyleyince, Körükçü-zâde Efendi kalkıp gitti. O gün öğleden sonra tekrar gelip ağlıyarak; “Bu ne büyüklüktür ki, kırk yıldır ilim ve amel ile nefsi ıslâh ve takvâ ile müşerref olamadım. Fakat sizin bir himmet ve işâretiniz ile, o Sultân-ı enbiyânın ( aleyhisselâm ) mübârek cemâlini görmekle şereflendim” deyip Abdülehad Efendi’ye talebe oldu. Şiir:

Mürşid-i kâmil, müridi, evvel ehl-i hâl ider,
Sonra, Fahr-i kâinatın bezmine idhâl ider,
Nice yıllar sa’y ile eremediği menzillere,
Bir nefesle mürşid-i kâmil Îsâl ider.

Abdülehad Efendi’nin halîfelerinden birisi şöyle anlatır: Pâdişâh beni Dâvûd Paşa Câmii’nde va’z etmem için da’vet etmişlerdi. Câmiye girdiğimde bende biraz pişmanlık hâli meydana geldi. Kürsîye çıktığımda, hatırıma hiçbir kelime gelmedi. Yakın olduğu hâlde önümdeki yazıyı okuyacak hâlim dahî yoktu. Bu durumdan kurtulmak için Abdülehad Efendi’nin rûhâniyetine teveccüh etmek hatırıma geldi. Abdülehad Efendi’nin rûhâniyetine kalbden teveccüh ettiğimde o anda bana görünüp, sanki bana, “Nedir bu perişanlık, yapacağın va’z, uzun zamandan beri yaptığın va’zlar değil midir?” buyuruyordu. O sırada bende, tam bir rahatlık ve zindelik meydana geldi. Öyle bir va’z ettim ki, beni tanıyanlar, “Hayâtımızda böyle bir va’z dinlemedik” dediler.

Talebelerinden Karabaş Mahmûd Efendi şöyle anlatır: “Abdülehad Efendi, bu fakiri Ankara’ya gönderdikten bir müddet sonra, İstanbul’a da’vet eyledi. Bunun üzerine İstanbul’a gittim, bir müddet hizmetlerinde bulundum. Sonra çoluk-çocuğumu İstanbul’a getirmemi emrettiler. Üç akçe de harçlık verip, “Sakın sayma, bu size ömrünüzün sonuna kadar yeter” buyurdu. O üç akçe ile çoluk-çocuğumu İstanbul’a naklettim. Yedi sene o akçeler ile geçimimi sağladım, asla eksilmediler. İçimden dâima, akçeleri saymak geçerdi. Fakat sabredip saymazdım. Akçeleri sayma arzusu birgün bana galip geldi ve saydım. Beşyüz akçe olduğunu gördüm. Birkaç gün geçmeden akçeler noksanlaşmaya başladı.”

Kastamonulu Şa’bân Efendi’nin talebelerinden Üsküdarlı Karabaş Ali Efendi şöyle anlatır: “1057 (m. 1647) senesinde İstanbul’a gittim. Abdülehad Efendi o zaman Bâyezîd Câmii’nde ders veriyordu. Bir va’zında bulundum. Va’zdan sonra herkes elini öptü. Ben, kimse kalmayınca elini öptüm. Geceleyin gördüğüm bir rü’yânın ta’birini soracağım sırada; “Ali Efendi! Dergâha gelin” buyurduklarında hayrette kaldım. Üç ay geçtikten sonra, bir gece dergâhlarındaki sohbette hazır bulundum. Mübârek ellerini öpeyim diye yanlarına vardım. Âdet-i şerîfleri olarak gözlerini açmazlarmış. Fakat ben huzûrlarına varınca, gözlerini açtılar; “Ali Efendi! Ne garip, geç geldiniz!” buyurduktan sonra rü’yâmı anlatmadan ta’bir ettiler ve: “Yirmi sene sonra İstanbul’a gelirseniz, Üsküdar’da ikâmet ediniz. Dergâhınız Üsküdar’dadır.” buyurdular. Aynen Abdülehad Efendi’nin dediği gibi oldu.

Abdülehad Efendi buyurdu ki: “Talebeyi celâl ve kahr ile terbiye, talebenin kemâline sebeptir. Fakat her talebenin buna tahammülü olmadığından, nasîbsiz kalmasınlar diye lütf ve cemâl ile terbiye ederiz. Çoğunlukla talebe, istidat ve kabiliyetine göre terbiye olunur.”

“Erbe’în çekmeden ve halvete girmeden halîfe olanlar eksiktirler. Talebe yetiştirmeye ehil değildirler. Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) Hıra dağında Erbe’înin (kırk günlük murâkabe ve inzivâ) peşinden peygamberlik ile şereflendi.”

“İki kalbin yok ki, biri ile Allahü teâlâya, diğeri ile Allahü teâlâdan başkalarına yönelesin.”

“İlimde mahir, dîni mes’elelere gereği gibi vâkıf olmayan, fakat âlim sıfatını taşıyan câhil; “Ehl-i sünnet ve cemâat i’tikâdı ile diğer dalâlet ve bozuk i’tikâdları birbirinden ayırmaya gücü yetmeyen, ihtilaflı mes’elelerin sâdece bir tarafını bilip, diğer tarafından haberi olmayan ve yanlış düşüncesinde direten, ilmi ile amel etmiyen münâfık sıfatlı kimseler, âhıreti taleb edenleri bid’at ve dalâlete düşürerek dinden ederler. Onun için; Allahü teâlânın emirlerine uyan, yaratıklarına şefkat eden, sırf Allah için doğru yolu gösteren mürşid-i kâmillere uyup, nâkıs olanlardan çok sakınmalıdır.”

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Sefînet-ül-evliyâ cild-3, sh. 357

2) Osmanlı Müellifleri cild-1, sh. 51

3) Hediyyet-ül-ihvân vr. 73

ALFABETİK SIRA
HİCRÎ ASIRLAR