Hindistan da yetişen evliyânın büyüklerinden. Hindistan’ın Serhend şehrinden olup, babası Şeyh Muhammed İbrâhim’dir. 1002 (m. 1593) senesinde doğdu. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hânegâhında, ilim tahsil ederek yetişti. Hocasının teveccühlerine kavuşup, sohbetlerinde bulunmakla şereflendi. 1099 (m. 1688) senesinde vefât etti.
Bedreddîn Serhendî, Zekî ve çok akıllı idi. Kısa zamanda keşf ve kerâmetler sahibi oldu. Hocasının daha ilk teveccühlerinde, kalbi zikretmeye başladı.
Kendisi şöyle anlattı: “Bu fakir, kelâmda en büyük kitap olan Şerhi Mevâkıfı, Beydâvî tefsîrini ve Mîr haşiyesi ile beraber, Akâid-i Adudiyye’yı, İmâm-ı Rabbânî’nin huzûrunda okudum. Onbeş yaşında iken İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûrunda tasavvuf yoluna girdim.
Bedreddîn Serhendî tasavvuf yoluna girdikten sonra, hazret-i İmâm’a ya’nî İmâm-ı Rabbânî’ye yazdığı bir mektûbta şu hâllerini yazdı: “Ne zaman bir kabre uğrasam, kabirdekinin hâli bildiriliyor. Azâb veya sıkıntıda, yahut ni’metler içinde olduğunu görüyorum. Ba’zan da kabri karanlık veya aydınlık görüyorum. Bir büyüğün mezarının başına gidersem, Cennette ni’metler içinde olduğu ma’lûm oluyor. O azîzin bana merhamet ve lütuflarını müşâhede ediyorum. Ba’zan yüz çevirdikleri ve teveccüh etmedikleri de oluyor. Uzun yalvarmalardan sonra, ne için böyle davrandıklarını soruyorum ve öğreniyorum.
Birgün anne ve babamı ziyârete gitmiştim. Abdest alıp iki rek’at namaz kıldıktan sonra; “Yâ Rabbî, bu namazın sevâbını Peygamber efendimize ( aleyhisselâm ) ve bütün peygamberlere (aleyhimüsselâtü vesselâm), hepsinin eshâbına, evliyâya ve onlara tâbi olan anne ve babanın rûhlarına ihsân eyle” dedim. Duâmı bitirince, bütün kabirlerde olanların rûhları çekirgeler gibi bana koştular ve onları da bu duâya ortak etmemi istediler. Her ne kadar, ana ve babama çok sevâb verilmesini istiyorum dediysem de, fâide vermedi. Yalvardılar ve geri gitmediler. Gittim, kendimi Şeyh Ebû Neccârî’nin türbesine attım. Gördüm ki, şeyhin türbesinin dört duvarının içine girmediler, dışarda mahrûm kaldılar. Dönüşte hepinize Fâtiha okuyacağım diye söz verdim. Çok sevindiler. Büyük şeyhin türbesine döndüm. Şeyh kalktı ve hürmet etti. Çok lütuf ve merhamet eyledi ve bu şehirde salgın hâlinde olan vebadan sen zarar görmeyeceksin diye müjdeledi.
Hazret-i İmâm bu mektûbun cevâbında buyurdular ki: “Bizim büyüklerimiz kabirlerin keşfine i’tibâr etmiyorlar. Onların kabir ziyâretindeki usûlleri, kabrin hizasında kendini bütün bağlardan kurtarıp, bütün himmetiyle kabrin sahibine teveccüh ederek oturmaktır. Bundan sonra kalblerine ne gelirse, kabirdekinin hâlinden bilirler. Yabancıların sohbetinde de, o büyüklerin hâli böyledir. O gibi şeylere güvenmeyiniz ki, kendini beğenmeye götürür, Ucb, ya’nî kendini beğenmek ise, yolu keser.”
Bedreddîn Serhendî şöyle anlatır: Bir gece rü’yâda gördüm ki, büyük bir şehirde, yüksek bir sarayda, yüksek bir salonda İmâm-ı Rabbânî’nin huzûrunda oturuyordum. Dışardan birisi gelip bana; “Hızır aleyhisselâm kapıda seni bekliyor” dedi. Hazret-i İmâm’dan izin işâreti geldi ve hemen kalktım, dışarı çıktım. Gördüm ki, Hızır aleyhisselâm genç bir insan sûretinde, güzel yüzlü, beyaz benizli, sakalı yeni çıkmış bir hâlde kapıda duruyordu. Selâm verdim. Ben gelir gelmez, yürüdü. Ben de ardından gittim. O beldenin sokak ve yollarını dolaştı. Gezerken; “Efendim! Allahü teâlânın size ihsân ettiği feyz ve bereketlerden bana ihsân ediniz dedim. “Sen öyle bir kimseden nisbet almışsın ki, sana ve âleme onun irşâdı yeter” diyerek, Hazret-i İmâm’ın büyüklüğüne işâret etti.
Bir defa rü’yâda Server-i âlem ( aleyhisselâm ), bu fakirin mescidinde, sırtı kıbleye karşı iki dizi üzerinde oturuyor gördüm. Ben mescide girdim. Gayr-i ihtiyâri kendimi ayaklarına attım. Sonra kalktım ve duâ eder gibi iki elimi kaldırdım ve; “Yâ Resûlallah! Bana bir müjde verin!” diye arz ettim. İsrâ sûresinin meâlindeki; “Bütün noksanlıklardan münezzeh olan Allah, kulunu geceleyin götürdü”birinci âyetini okudu. Bundan sonra buyurdular ki: “Senin evinde erkek çocuklar dünyâya gelecek.” Bu rü’yâdan on ay sonra bir oğlum oldu. İsmini Muhammed Ârif koyduk. Bundan sonra doğan çocuklarım hep erkek oldu. Allahü teâlâ, Resûl-i ekremin ( aleyhisselâm ) müjdesi üzerine, bugüne kadar yedi tane çocuk verdi.
Bedreddîn Serhendî şöyle anlatır: Birgün İmâm-ı Rabbânî (kuddise sirruh) talebelerinin büyükleri ile sohbet ederken; “Bu yolun büyüklerinin dilinde kullanılan nisbet kelimesinin ma’nâsı nedir?” buyurdu. Ben de “Siz bilirsiniz!” diye arzettim. Bir an başlarını önüne eğdiler ve teveccüh ettiler. Sonra; “Nisbetten murâd; sâlik ile Hak arasında olan yakınlık ve alâkadır” buyurdu.
Birgün hazret-i İmâm’ın meclisinde idim. Buyurdular ki:
“İslâmiyetin emrettiği namazda huşû’ ve hudû’ şudur ki; kıyâmda gözleri secde yerine dikmeli, rükû’da ayakların üstüne bakmalı, secdede ise burnun yanlarına, otururken de kucağına bakmalıdır. Lâkin bunlardaki sır şöyledir: Belli bir yere bakmak, kalbin cem’iyette olmasına çok yardım eder. Değişik yerlere bakmayanın kalbi de dağınık olmaz.” Bu fakire vazîfe verdikleri gün buyurdular ki: “Zikir zamanında gözleri yummak şart değilse de, zikir kalbin melekesi olmayınca, gözleri kapayarak meşgûl olmalıdır. Gözün kapalı olmasının, cem’iyetin hâsıl olmasında büyük te’sîri vardır.”
Birgün hazret-i İmâm buyurdu ki: “Resûlullahın; “Kediyi sevmek îmândandır” hadîs-i şerîfi hakkında düşünüp; “Îmânın kediyi sevmekle ne alâkası vardır ki, Server-i âlem ( aleyhisselâm ) onu sevmeye, îmândandır buyurdu” diye hatırıma geldi. Bu husûsta tam bir teveccüh eyledim. Bildirildi ki: “İnsanlar kedinin miyavlamasını, bağırmasını uğursuzluk sayarlar ve bu yüzden kediyi sevmezler.” Resûlullah buyurdular ki: “Kediyi sevmek îmândandır.” Ya’nî onu severlerse, onun sesini uğursuzluk saymazlar. Zîrâ uğursuzluğa inanmak küfür, onu terk etmek ise îmândandır.”
Birgün hazret-i İmâm. İsmini söylemeden talebelerinden birine buyurdu ki: “Kalbin, sahibi (Allahü teâlâ) ile husûsî bir bağlılığı vardır ki, hiçbir şeyin Allahü teâlâ ile böyle bir bağlılığı yoktur, isterse kâfirin kalbi olsun. O hâlde bir kalbi incitmek, aslında Hak teâlâyı incitmek demektir. Komşuya eziyet komşusunu da rahatsız eder. Ya o kalb, bir mü’minin ve velînin kalbi olursa, onu kırmaktan ne kadar kaçınılacağı buradan anlaşılabilir.”
Hazret-i İmâm buyurdu ki, “Namazda, sünnetlere, müstehablara, edeblere riâyet etmek, kalbin huzûrunu te’min eder.”
Bedreddîn Serhendî şöyle anlatır. “Mektûbâtın üçüncü cildi tamamlanıp, dostlara birkaç tane daha mektûb yazınca, içimden bu dördüncü cildin toplayıcısı ben fakir olayım diye geçti. Nitekim birinci cildi Mevlânâ Yâr Muhammed Cedîd, ikinci cildi Mevlânâ Abdülhay, üçüncü cildi Hâce Hâşim-i Keşmî toplamışlar idi. Birgün yalnızken hazret-i İmâm’a bu niyetimi arzettim. Bir an sustular, sonra buyurdular ki: “Vakit nerde, fırsat kime? Yakînen bilinmelidir ki, ömrümüz senelerden çıktı, günlere kaldı. Sen niyetinin sevâbını alırsın.” Bu konuşmadan birkaç gün sonra o, dünyâyı aydınlatan güneş, toprak perdesi altına geçti. Ya’nî vefât etti.”
Yine Bedreddîn Serhendî anlatır: “Veba günlerinde, bir gece yarısı, hanımımın boğazında tâ’ûn hastalığının alâmeti zâhir oldu. Birden ateşi yükseldi. Şaştım, perişan oldum. Çünkü küçük çocuklarımız vardı. Hemen ağlayarak ve kalbden inleyerek hazret-i İmâm’a iltica eyledim. Göründüler ve buyurdular ki: “Filân yere koyduğunuz şu ekmekleri sadaka olarak verin, hanımınız sıhhat bulacaktır” Bunu dediler ve kayboldular. Hanıma; “Evde ekmek var mıdır?” dedim. “Evet, filân odada vardır” dedi. Hazret-i İmâm’ın gösterdikleri yeri işâret etti. Kalktım, ekmekleri oradan aldım, dışarı çıktım, bir fakiri uyandırıp ona verdim. Henüz sabah olmamıştı ki, harareti (ateşi) düştü ve tâ’ûn alâmeti kayboldu.”
Yine o anlatır: “Birgün, benim mahrem kadın akrabâlarımdan ba’zıları ve hazret-i İmâm’ın huzûruna gidemiyecek kadar yaşlı ve düşkün olan amcam Muhammed de bana; “Hazret-i İmâm’ın yolunun vazîfelerinden bana da ver” dedi. “Ben yetkili değilim, icâzetim yoktur. Hazret-i İmâm’a arz eder, size vazîfe vermeleri için elimden geleni yaparım” dedim. Huzûruna gidince, “Ba’zı sâliha kadınlar bu fakirden zikir için vazîfe istiyorlar, nasıl buyurursanız öyle yapayım” diye arz ettim, amcamın ismini söylemeyi unuttum. Buyurdular ki: “O kadınlara vazîfe ver, amcan Muhammed’e de istersen ver. Çünkü o da isteklidir.” Bu arada, bir çocuk geldi. Yaşlı babası için vazîfe istedi. Onun için de; “Onun da evine git, vazîfe ver” buyurdu. Fakirin hatırından geçti ki; “Bu icâzet, izin yalnız bahis konusu şahıslara mı mahsûstur, yoksa başkalarına da vazîfe verebilir miyim?” Bu düşünce daha yer etmemişti ki; “Sana icâzet mutlaktır. Sen bizim aileye dâhilsin” buyurdular. Sonra gidip, o şahıslara vazîfe verdim. Başkalarına da verdim. Hâllerini kendilerine arz ederdim. Birgün kendinden geçmelerini, feyz ve nûrlara gömülmelerini arz edince, memnun oldular ve; “İsterdik ki, oturup Allahın kullarını irşâd (doğru yolu izah) edesiniz, ama çoluk-çocuğunuzun kalabalık oluşu sizi bırakmıyor” buyurdular.
İmam-ı Rabbanî hazretlerinin Bedreddîn Serhendî’ye yazdığı mektûblardan ba’zıları aşağıdadır:
“Allahü teâlâya hamd olsun. O’nun seçtiği, sevdiği kimselere selâm olsun! Diyorsunuz ki, rûh bu bedene bağlanmadan önce, âlem-i misâlde idi. Bedenden ayrıldıktan sonra da, âlem-i misâle gidecektir. Bunun için, kabir azâbı âlem-i misâlde olacaktır. Âlem-i misâldeki, elemi, acıları, rü’yâda duymak gibi olacaktır. Sonra, bu bilginin çeşitli kolları vardır. Eğer izin verirseniz, bu konuda size çok şeyler yazarım.”
Cevâb: Böyle hayâl, asılsız sözler, doğru olmaktan çok uzaktır. Böyle düşüncelerin, sizi doğru yoldan saptırmasından korkuyorum. Hiç vaktim yok ise de, bu konuda birkaç kelime yazmak için kendimi zorlayacağım, insanları doğru yola kavuşturan, yalnız Allahü teâlâdır.
Kıymetli kardeşim! Mümkinler âlemini, ya’nî mahlûkları, üç kısma ayırmışlardır “Âlem-i ervah”, “Âlem-i misâl” ve “Âlem-i ecsâd”. Âlem-i misâle “Âlem-i berzah” da demişlerdir. Çünkü, bu âlem, “Âlem-i ervah” ile “Âlem-i ecsâd” arasındadır. Bu âlem, ayna gibidir. Diğer iki âlemdeki hakîkî varlıklar ve ma’nâlar, bu âlemde latif şekillerde görünürler. Çünkü, iki âlemdeki her hakîkate ve her ma’nâya uygun birer şekil, heyet, bu âlemde bulunur. Bu âlemde, kendiliğinden hiçbir hakîkat, hiçbir madde ve ma’nâ yoktur. Buradaki şekiller, heyetler, öteki âlemlerden aks eden görüntülerdir. Aynada hiçbir şekil ve sûret yoktur. Aynada bir şekil görünürse, başka yerden gelen bir görünüştür. Âlem-i misâl de böyledir. Bu iyi anlaşılınca, deriz ki, rûh bu bedene te’alluk etmeden önce, kendi âleminde idi. Rûh âlemi, âlem-i misâlden daha üstündür. Rûh, bedene te’alluk edince, bedene âşık olarak, bu madde âlemine iner. Âlem-i misâl ile bir ilgisi yoktur. Rûh bu bedene te’alluk etmeden, ilgilenmeden önce, âlem-i misâl ile ilgili olmadığı gibi, bedene olan ilgisi bittikten sonra da, bu âlem ile ilgisi olmaz. Şu kadar var ki, Allahü teâlânın dilediği zamanlarda, rûhun ba’zı hâlleri, bu âlemin aynasında görünür. Rûhun hâllerinin iyiliği, kötülüğü buradan anlaşılır. Keşf ve rü’yâlar, böyle hâsıl olmaktadır, insanın hisleri, duyguları kaybolmadan da, âlem-i misâldeki şekilleri gördüğü çok olmuştur. Rûh, bedenden ayrıldıktan sonra, ulvî ise, yükselir. Süfli ise, alçalır. Âlem-i misâl ile bir ilişiği olmaz.
Kabir azâbı, rü’yâda, âlem-i misâldeki görüntüleri görmek değildir. Kabir azâbı rü’yâ gibi değildir. Kabir azâbı, azâbın görüntüsü değildir. Azâbın kendisidir. Bundan başka, rü’yâda görülen acı, azâb, azâbın kendisidir denilse bile, dünyâdaki acılar, azâblar gibidir. Kabir azâbı ise, âhıret azâblarındandır. Birbirlerine hiç benzemezler. Çünkü, dünyâ azâbları âhıret azâbları yanında hiç kalır. Allahü teâlâ, o azâblardan bizi korusun! Eğer, âhıret azâblarından bir kıvılcım dünyâya gelse, herşeyi yakar, yok eder. Kabir azâbını, rü’yâda görülen azâb gibi sanmak, kabir azâbını bilmemekten, anlamamış olmaktan ileri gelmektedir. Azâbın kendisi ile, görünüşünü karıştırmaktan hâsıl olmaktadır. Böyle yanlış düşünmek, dünyâ azâbı ile âhıret azâbını aynı sanmaktan da olur. Böyle sanmak, pek yanlıştır. Yanlış ve bozuk olduğu meydandadır.
Suâl: Zümer sûresinin kırkikinci âyetinde meâlen; “Allahü teâlâ, insan ölürken rûhunu bedeninden ayırır, ölmediği zaman, uykuda da rûhunu ayırır” buyuruldu. Bu âyet-i kerîmeden anlaşılıyor ki, insan ölürken rûhu ayrıldığı gibi, uyurken de ayrılmaktadır. Böyle olunca, rü’yâdaki azâbı, dünyâ azâblarından saymak, kabir azâbını ise, âhıret azâblarındandır demek nasıl doğru olur?
Cevâb: Uykuda iken, rûhun bedenden ayrılması, bir kimsenin, gezmek, eğlenmek için, kendi vatanından, gülerek, sevinerek ayrılmasına benzer ki, gezdikten sonra, sevinç içinde yine vatanına döner. Rûhun gezinti yeri, âlem-i misâldir. Bu âlemde görecek meraklı ve tatlı şeyler vardır. Ölürken rûhun ayrılması böyle değildir. Bu ayrılık, vatanı yıkılan, evleri, binaları yok olan kimsenin vatanından ayrılması gibidir. Bunun içindir ki, uykudaki ayrılmasında, sıkıntı ve acı yoktur. Tersine, sevinç ve rahatlık vardır. Ölürken ayrılmasında ise, çok acılar ve güçlükler hâsıl olur. Uyuyan insanın vatanı dünyâdır. Ona, dünyâdaki işler gibi iş yaparlar, ölen kimsenin ise, vatanı yıkılır. Âhırete göç eder. Ona, âhıret işleri yaparlar. Bunun içindir ki, (Deylemî’nin bildirdiği hadîs-i şerîfde); “İnsan ölünce, kıyâmeti kopmuş olur” buyuruldu.
Sakın, hayâlde hasıl olan keşflere ve âlem-i misâlde görünen şeylere aldanarak, “Ehl-i sünnet ve cemâat” âlimlerinin bildirdikleri i’tikâddan ayrılmayınız! Allahü teâlâ, o büyük âlimlerin çalışmalarına bol bol mükâfat versin! Rü’yâlara, hayâllere aldanmayınız! Çünkü, bu kurtuluş fırkasına uymadıkça, âhırette azâblardan kurtulmak düşünülemez. Kıyâmette kurtulmak istiyenler, kendi görüşlerini bırakarak, bu büyüklere uymağa canla başla çalışmalıdır. Habercinin vazîfesi, bildiğini söylemektir. Yazınızdaki gevşekliği görünce, hayâllerinize kapılarak, bu büyüklere uymak saadetinden ayrılmak felâketine düşeceğinizden ve kendi keşflerinizin akıntısına kapılacağınızdan çok korktum. Nefslerimizin kötülüklerinden ve işlerimizin bozukluğundan Allahü teâlâya sığınırız. Şeytan, büyük düşmanımızdır. Doğru yoldan kaydırıp saptırmaması için, çok uyanık olmalısınız! Ayrılık bir sene olmadan, Resûlullahın sünnetine (ya’nî Ehl-i sünnet âlimlerinin gösterdikleri yola) uymak için yapdığınız titizlikler ve kurtuluşun, ancak o büyüklerin yoluna sarılmakta olduğunu gösteren çalışmalarınız ne olmuş? Bunlar ne çabuk unutulmuş. Hayâllerinizin arkasında sürükleniyorsunuz. Sizinle buluşmamızın çok gecikeceği anlaşılıyor. Yaşayışına öyle düzen vermelisin ki, kendini kurtarmak ümidi yok olmasın! Yâ Rabbî! Bizlere merhamet et. İşlerimizin iyi olmasını nasîb eyle! Doğru yolda bulunanlara bizden selâm olsun.” (3. cild 31. mektûp)
Mevlânâ Bedreddîn Serhendî’ye gönderilen başka bir mektûb:
“Allahü teâlânın ismine sığınarak, mektûbumu yazmağa başlıyorum. Kaza ve kaderin ince bilgilerini, kullarından seçilmiş olanlara bildiren ve doğru yoldan sapmamaları için, câhillerden saklayan, Allahü teâlâya hamd ederim! Kaza ve kaderin esrârını, din câhilleri anlayamayıp, doğru yoldan kayar, insanları işlerinde mecbûr, esîr veya hâkim, yaratıcı sanmak tehlikesine düşerler. Allahü teâlâ, Peygamberlerinin en üstünü ile, kullarına doğru yolu, doğru bilgiyi gösterdi. Yanlış düşünen câhillerin ve âsilerin özür, bahâne etmelerine meydan bırakmadı. O büyük Peygambere ve akrabasına ve Eshâbının hepsine bizden iyi duâlar ve selâmlar olsun! O’nun Eshâbının herbiri, Allahü teâlâya itaat edenlerin ve kadere inanıp, kazaya râzı olanların en iyisidir.
Kaza ve kader bilgisini, çok kimseler anlayamamış, doğru yoldan ayrılmıştır. Bu bilgi üzerinde akıl yürütenler, vehm ve hayâllerine kapılmıştır. Bunlardan bir kısmı, insanların isteyerek yaptığı işlerinin cebr, zor ile olduğunu sanmış, çokları da, insanların her işi yaratarak yaptığını, isteyerek yapılan işlere, Allahü teâlânın karışmadığını söylemiştir. Üçüncü anlayış şekli de, doğru yolda gidenlerin İslâmiyeti iyi anlıyanların sözüdür ki, bunlar, “Fırka-i nâciye” ismi ile müjdelenmiş olan, “Ehl-i sünnet ve cemâat”dir. Allahü teâlâ, o yüksek âlimlerden ve onların yolunda gidenlerden râzı olsun! Bunlar birinci ve ikinci kısımda olanlar gibi taşkınlık yapmamış, orta yolu seçmişlerdir. Ehl-i sünnetin reîsi olan İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe ( radıyallahü anh ), İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık’dan ( radıyallahü anh ) şöyle sordu: “Allahü teâlâ, insanların istekli işlerini onların arzusuna bırakmış mıdır?” O da; “Allahü teâlâ, rübûbiyyetini (yaratmak ve her istediğini yapmak büyüklüğünü) âciz kullarına bırakmaz” buyurdu. “Kullarına, işleri zor ile mi yaptırıyor?” diye sorunca da; “Allahü teâlâ âdildir. Kullarına zor ile günah işletip, sonra Cehenneme sokmak, O’nun adâletine yakışmaz” buyurdu. “O hâlde, insanların, istekli hareketi, kimin arzusu ile oluyor, kim yapıyor?” diye sordu. O da; “İşleri insanların arzusuna bırakmamış ve kimseyi cebr etmemiştir, ikisi arası olagelmektedir. Yaratmağı kullarına bırakmadığı gibi, zor ile de yaptırmaz” buyurdu.
İşte, Ehl-i sünnet âlimleri diyor ki kulların ihtiyâri (istekli) hareketlerini, işlerini Allahü teâlâ îcâd etmekte, yaratmaktadır. O’nun kudreti ile var oluyorlar. Fakat, insanın kudreti de karışmaktadır. İstekli hareketlerimiz, Allahü teâlânın kudreti ile “Yaratılır” ve bizim kudretimiz ile “Kesb edilmiş” olur.
Ehl-i sünnet âlimlerinden Ebül-Hasen-i Ali Eş’arî’ye göre, insanların istekli işlerine kendi ihtiyârları, (ya’nî seçim hakları ve kudretleri) hiç karışmaz. Yalnız, kul bir işi yapmak isteyince, Allahü teâlâ, o işi hemen yaratmaktadır. Âdet-i ilâhisi hep böyledir, işin yapılmasında kulun kudretinin te’sîri olmaz. Bu sözü, “Cebriyye” mezhebinin sözüne yakındır. Bunun için, Eş’arî mezhebine “Cebr-i mütevassıt” denilmektedir.
Büyük âlim, Ebû İshâk İsferâînî buyurdu ki: “İnsanların yaptığı istekli hareketlerinin meydana gelmesinde, kendi kudretleri de işe karışmaktadır. İş iki kudretin bir araya gelmesi ile yapılıyor. Biri, kulun kudreti, ikincisi Allahü teâlânın kudretidir. Ayrı iki kuvvetin te’sîri ile, bir iş meydana gelir.” Eş’arî’den Kâdı Ebû Bekr-i Bâkıllânî buyuruyor ki: “İnsanın kudreti, işin meydana gelmesine değil, işin iyi veya fenâ olmasına, ya’nî tâat veya günah olmasına te’sîr eder. Mâtürîdî mezhebi de böyledir” Bu zayıf kulun (ya’nî İmâm-ı Rabbânî’nin (kuddise sirruh) anladığına göre, insanın kudreti, işin yapılmasına da, iyi veya fenâ olmasına da, birlikte te’sîr etmektedir. Çünkü, işin meydana gelmesine te’sîr etmeyip, yalnız iyi veya fenâ olmasına te’sîr eder demek ma’nâsızdır. Çünkü, işin iyi veya kötü olması, işin yapılması ile meydana çıkar. Fakat, bunun için de, aynı kuvvetin ayrıca te’sîr etmesi lâzımdır, işin yapılması başkadır, iyi veya fenâlığının yapılması başkadır. O hâlde, işin iyi veya fenâ olması için de, kuvvetin ayrıca te’sîri lâzımdır demek, yanlış olmaz. Ebü’l-Hasen-i Eş’arî, böyle demiyor. Hâlbuki, insanların kudretini Allahü teâlâ yarattığı gibi, bu kudretin te’sîr etmesini de Allahü teâlâ yaratmaktadır. Bunun için, kulun kudretinin te’sîr ettiğini söylemek, hakîkate daha yakın olur. Eş’ari mezhebi, Allahü teâlânın, kullarını cebr ettiğini bildirmiş oluyor. Çünkü, kulda ihtiyârın ya’nî beğendiğini yapmak bulunmadığını ve kulun işinde, kendi kuvvetinin hiç te’sîri olmadığını bildiriyor. Bu mezhebi, Cebriyyeden ayıran şey, Cebriyye mezhebinde, bir insan, bir işi yaptı demek, mecazdır. Ya’nî o istekli işi, yalnız Allahü teâlâ yapmıştır. O insanın eli ile yapmıştır, insanda kudret yoktur derler. Eş’ari ise, işi yapan, hakîkatde insandır. Ancak, insanın isteği ile değil, Allahü teâlânın istemesi ile yapmıştır, insanda ihtiyâr yokdur diyor. Ehl-i sünnetten, Eş’arî’den başkaları kulun kudreti, yaptığı istekli işte te’sîr eder diyor. Eş’arî ise, kudreti ancak, işin yaratılmasına sebep olup, yaratılmasında te’sîri olmaz diyor ki, her ikisine göre de, işi insan yaptı demek doğru olur. Ehl-i sünnet, Cebriyyeden böylece ayrılmış olur. Cebriyye mezhebinin insanın, istekli işlerini hakîkaten yaptığını kabûl etmemesi, işi insan yaptı demek mecazdır demesi küfürdür. Kur’ân-ı kerîmi inkâr etmektir. “Temhîd” kitabının sahibi diyor ki, Cebriyye mezhebinden, “İşi insanın yapması mecazdır, görünüşdür, insanda kudret yoktur. Kullar, rüzgârla sallanan yaprak gibidir. İnsanların her hareketi ağacın hareketi gibi mecbûridir” diyenler kâfir olur. Yine diyor ki, Cebriyyenin, “Kulların iyi-kötü, bütün işleri, hakîkatte onların değildir, ihtiyâri hareketleri de yapan, yalnız Allah’dır” sözleri de küfürdür.
Suâl: Eş’arî, insanın işinde, kudretinin te’sîri yoktur, hakîkatde insanın ihtiyârı da yoktur dediği hâlde, işi yapan hakîkatte kuldur demesi, doğru mudur?
Cevâb: insan kudretinin, işinde te’sîri yok ise de, Allahü teâlâ, işi yaratması için, onun kudretini sebep kılmıştır. Allahü teâlânın âdeti şöyledir ki, insan kudretini ve ihtiyârını bir iş için kullanınca, Allahü teâlâ, o işi yaratıyor, insanın kudreti, böylece, işin yapılmasına sebep oluyor, işlerin yapılmasına te’sîr etmiş oluyor. Çünkü, kulun kudreti olmadıkça, âdet-i ilâhî o işi yaratmamaktadır. Bu âdete göre, işi yapan, insandır demek, hakîkatte doğru oluyor. Eş’arî mezhebini doğru yola uydurmak, ancak böyle olur. Başka türlü anlatanları şüpheli dinlemelidir.
Ehl-i sünnet, kadere inanmış; kaderin hayırlısı, şerlisi, iyisi, kötüsü, tatlısı, acısı, hep Allahü teâlâdandır demiştir. Çünkü “Kader”, var etmek, yaratmak, demektir ve herşeyi yapan, yaratan, ancak Allahü teâlâdır. “Mu’tezile” ya’nî Kaderiyye fırkası kaza ve kadere inanmadı, işlerin, yalnız kulun kudreti ile hâsıl olduğunu zannetti. Şerler, kötülükler, Allahü teâlânın kazası ile olsaydı, bunlar için azâb yapmazdı. Bunlara azâb yapması zulüm olur dedi. Böyle sözleri söylemek zulümdür. Câhilce sözdür. Çünkü, kaza ve kadere inanmakla, kulun ihtiyârı ve kudreti gitmez. “Kaza” demek, bir insanın, bir işi kendi ihtiyârı ile yapıp yapmayacağını, Allahü teâlânın, önceden bilmesi demektir ki, insanda ihtiyârın bulunduğunu göstermektedir. Kazaya inanmak, irâdenin, ihtiyârın yok olmasına sebep olsaydı, Allahü teâlâ da, yaratmağa mecbûr veya memnu’ olurdu. Çünkü ezelde, bir şeyin var olacağını bildi ise, onu yaratmağa mecbûr olurdu. Yokluğunu bildi ise, yaratması memnu’ olurdu. Kazaya inanmak, kulda ihtiyârın bulunmasına inanmağa manî olsaydı, Allahü teâlâ da irâde ve ihtiyârın bulunmasına inanmağa da manî olurdu. Allahü teâlânın yaratacağı şeyleri ezelde bilmesi, irâde sıfatını yok etmediği gibi, kullarının yapacağı şeyleri de ezelde bilmesi, kulların irâde ve ihtiyâr sahibi olmalarına manî değildir. Evet, insanların kudreti azdır, işi yalnız insan kudreti yapar demek, pek akılsızlık olur ve düşüncesizliğin son derecesidir. Mu’tezilenin, burada da, doğru yoldan ayrılmış olduğunu, Mâverâünnehr (Türkistan’da, Seyhûn ve Ceyhun nehirleri arasındaki geniş yer) âlimleri bildirmiş, bunların sözü, mecûsîlerin (ateşe tapanların) sözünden daha fenâdır demişlerdir. Çünkü, mecûsîler, Allahü teâlânın bir şeriki, ortağı var sanmıştır. Mu’tezile ise, sayısız ortak var demektedir. (Ya’nî insan, işini, kendi kudreti ile yapmakta, yaratmaktadır diyerek, insanları, Allahü teâlâya şerik ediyorlar.)
“Cebriyye mezhebi”, insan asla bir iş yapmaz, cansızlar gibi hareket eder, insanın kudreti, kasdı, ihtiyârı yoktur diyor, insanlar iyi iş yapınca sevâb kazanmaz, kötü işlerine azâb yapılmaz sanıyor. Kâfirler, günah işleyenler ma’zûrdur, mes’ûl olmazlar. Çünkü, insanın her işini, yalnız Allah yapıyor, insan istese de, istemese de, Allah günah yaratıyor, insan günah yapmağa mecbûrdur diyorlar. Bu sözleri küfürdür. Bunlara “Mürcie” de denir ki, mel’ûndurlar. Günah, insana zarar vermez. Âsî, fâsık, azâb görmiyecektir dediler. Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Mürcie mezhebinde olanlara yetmiş peygamber, la’net etmiştir”. Mezhepleri tamamen yanlıştır, bozuktur. Çünkü, ihtiyâri, istekli hareketimiz ile, titreme, refleks hareketlerinin başka olduğu meydandadır. Elimizle birşey tutmamız, elbette ihtiyârımız iledir. Göz seğirmesi, kalbin çalışması ise, böyle değildir. Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler, bu mezhebin bozuk olduğunu bildirmektedir. Nitekim Secde, Ahkâf ve Vâkı’a sûrelerinde; “Yaptıklarının cezasıdır” ve Kehf sûresinde; “İstiyen îmân etsin, istiyen inanmasın!” buyurulmaktadır.
İnsanların çoğu, tenbel olduğundan ve niyetleri kötü olduğundan özür, bahâne arıyor. Suâlden, azâbdan kurtulmak için, Eş’arî, hattâ Cebriyye mezhebine yanaşıyor. Bunlar, ba’zan; “İnsanın hakîkatde ihtiyârı yoktur, işi insanın yapması mecazdır, görünüştedir” diyor. Ba’zan da; “İnsanın ihtiyârı azdır. Herşeyi yapan, Allahü teâlâdır” diyor. Bu söz, Cebriyye mezhebine kayıyor. Bunlar, ba’zı tasavvuf büyüklerinin sözlerini öne sürüyor. Meselâ “İşleri yapan birdir. Hiçbir şey yoktur, yalnız o vardır. İnsanın işinde, kudretinin te’sîri yoktur, insanın hareketi, ağacın sallanması gibidir. İnsanın varlığı da, işleri de, çöldeki serâb gibidir. bir görünüşden başka birşey değildir” gibi sözler, bu gevşek, tenbellerin kötü söylemelerini ve işlemelerini destekliyor. Herşeyin doğrusunu, ancak Allahü teâlâ bilir. Bildiğimiz kadar, bunlara şöyle cevâb veririz ki: Eş’arî’nin dediği gibi, eğer ihtiyâr, hakîkaten bulunmasaydı, Allahü teâlâ, kulların zulüm ettiğini bildirmezdi. İnsanın, yaptığı işde, kendi kudreti te’sîr etmeyip, kudreti yalnız işin yaratılmasına sebeb olsaydı, insanların kötü işlerine zulüm denmezdi. Hâlbuki Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmin birçok yerinde, insanların zulüm işlediğini bildiriyor, insanın gücü, işin yaratılmasına te’sîr etmeyip, yalnız sebeb olsaydı zulüm buyurmazdı. Evet, Allahü teâlâdan gelen elemlerde, azâblarda, insanın ihtiyârı karışmıyor. Fakat, bu zulüm olmaz. Çünkü, Allahü teâlâ, kayıtsız, şartsız mâlikimiz, sâhibimizdir. Mülk yalnız O’nundur. Mülkünü, istediği gibi kullanır, hiç zulüm olmaz. Fakat insanların zulüm ettiklerini bildirmesi, insanda ihtiyârın bulunduğunu göstermektedir. Burada zulmün mecaz olması düşünülemez. Hakîkatler, zarûret olmadıkça mecaz yapılmaz.
İnsanların irâdeleri, ihtiyârları zayıftır, azdır sözüne gelince; eğer Allahü teâlânın ihtiyârı yanında azdır denirse veya insanların ihtiyârı yalnız olarak işleri meydana getiremez demek istenirse, doğru olur. Fakat, eğer ihtiyârları, işlerin yapılmasına te’sîr etmez denirse, doğru olmadığını yukarıda bildirdik.
Allahü teâlâ, kullarına yapabilecekleri şeyleri emr etmiştir, insanları zayıf yarattığı için, her emrinde kolaylık göstermiştir. Nitekim, Nisa sûresi yirmiyedinci âyetinde meâlen; “Allahü teâlâ, size hafîf, kolay emr etmek istedi. Çünkü, insan zayıf yaratılmıştır” buyurulmaktadır. Allahü teâlâ “Hakim”dir. (Herşeyi yerinde, uygun olarak yapar.) “Rauf’dur. (Acımağa lâyık olmıyanlara da acıyıcıdır.) “Rahîm”dir. (Âhırette sevdiklerine, ya’nî küfrân-ı ni’met etmeyenlere ya’nî mü’minlere Cenneti ihsân edicidir). Kullarına, yapamayacakları şeyi emr etmek, hikmetine, re’fetine yakışmaz. Kullarına, kaldırılamayacak büyük kayayı kaldırmağı emr etmeyip, herkesin çok kolay yapacağı; kıyâm, rükû’, secde ufak bir âyet okumak ile meydana gelen namazı emr etmiştir. Namaz kılmak, herkes için çok kolaydır. Ramazân-ı şerîf orucu da, pek kolaydır. Zekâtı da, çok hafif emr etmiş, malın hepsini değil, kırktabirini verin, demiştir. Hepsini veya yarısını vermeği emr etseydi, kullarına güç olurdu. Merhameti, pek fazla olduğundan, emri tam yapılamaz ise, daha da hafifletmiştir. Meselâ, abdest alamayanlara, teyemmüm etmeğe, namazda ayak üzere duramayanlara oturarak kılmağa, oturamayanlara da, yatarak kılmağa rükû’ ve secde yapamayanlara, îmâ ile (oturup, rükû’ ve secde için, az eğilerek) kılmağa, bunlar gibi, daha nice kolaylıklara izin vermiştir, İslâmiyetin emirlerine dikkatle ve insafla bakan, bu kolaylıkları görür. Allahü teâlânın kullarına ne kadar çok merhametli olduğunu, pek iyi anlar. Emîrlerin pek kolay olmasının bir şahidi de, çok kimselerin, emir olunan ibâdetlerin, daha artmasını istemesidir. Namazın, orucun artmasını isteyen çok görülmüştür. Evet, ibâdet yapmak güç gelen kimseler de, yok değildir. Böyle kimseler, normal insan değildir. Böyle bozuk kimselere, ibâdetlerin zor gelmesine sebeb, nefslerinin karanlığı ve şehvanî arzularının kötülüğüdür. Bu karanlık ve kötülükler, nefs-i emmâreden hâsıl olmaktadır. Nefs-i emmâre, Allahü teâlânın düşmanıdır. Şûra sûresinde meâlen; “Îmân ve ibâdet etmek, müşriklere güç gelir”, Bekâra sûresi kırkbeşinci âyetinde meâlen; “Namaz kılmak, yalnız mü’minlere, Allahü teâlâdan korkanlara kolay gelir” buyurulmuştur.
Bedenin hastalığı, ibâdetlerin yapılmasını güçleştirdiği gibi, “Bâtın”ın (kalbin ve rûhun) hasta olması da güçleştirir. Allahü teâlâ, İslâmiyeti, nefs-i emmâreyi (Ya’nî kötülük isteyici), arzûlarından, âdetlerinden vaz geçirmek için gönderdi. Nefsin istekleri ve İslâmiyetin istekleri birbirinin zıddıdır, aksidir. O hâlde, ibâdetleri yapmakta güçlük çekmek, nefsin kötülüğünü gösteren bir alâmettir. Nefsin arzularının kuvveti, bu güçlüğün çokluğu ile ölçülür. Nefsin hevâsı (istekleri) kalmayınca, güçlük de kalmaz.
Sofiyye-i âliyyeden ba’zısının, insanda ihtiyârın bulunmadığını veya kuvvetsiz olduğunu gösteren birkaç sözünü yukarıda yazmıştık. Tasavvuf büyüklerinin, İslâmiyete uymayan sözlerine, hiç kıymet verilmez. Nerde kaldı ki, huccet ve sened olarak kullanılsın. Ya’nî, bir iddiayı, düşünceyi isbât için, böyle sözleri şâhid getirmek hiç doğru olmaz. Şâhid, sened olacak, uyulabilecek, ancak Ehl-i sünnet âlimlerinin sözleridir. Sofiyye-i âliyyenin sözlerinden, âlimlerin sözüne uygun olanlar, kabûl edilir. Uymayanları, kabûl edilmez. Burada da yine bildirelim ki, sofiyye-i âliyyeden, hâlleri, keşfleri doğru olanlar, İslâmiyete uymayan hiçbirşey söylememiş ve yapmamıştır. Keşflerinden, hâllerinden, İslâmiyete uymayanların, yanlış olduğunu anlarlar, İslâmiyete muhalif olan sözlere ve hareketlere doğru diye sarılmak, zındıklık, ilhâd ya’nî dinsizlik alâmetidir.
Şunu da ilâve edelim ki, sofiyye-i âliyyenin İslâmiyete uymayan ba’zı sözleri, hâlin kapladığı zamanda, keşf yolu ile anladıkları bilgilerdir ki, o zaman, akıl ve şuurları örtülü olduğundan, özürlü sayılırlar ve keşfleri yanlış olmuştur. Başkalarının, böyle keşflere, sözlere uyması caiz değildir. Böyle sözlere, İslâmiyete uyacak şekilde ma’nâ vermek, kelimelerden anlaşılan ma’nâyı bırakıp, meşhûr olmıyan ma’nâlarını vererek, İslâmiyete uydurmak lâzımdır. Çünkü, âşıkların muhabbet sarhoşlarının sözleri, çeşitli ma’nâlara gelir. Bu ma’nâlar arasında doğru ve onların büyüklüğüne yakışan ma’nâyı bulup, öyle kabûl etmek lâzımdır.”
Bedreddîn Serhendî’nin “Hadarât-ül-Kuds” isimli eserinde, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini çeşitli hâlleri ile, dünyâya gelişinden Cennete gidişine kadar; keşfleri, kerâmetleri, tasavvufdaki dereceleri, eşsiz nasihat ve sözleri tatlı ve feyzli bir dille anlatılmakta, ondan sonra yüksek oğulları ve halîfeleri bildirilmektedir. Bundan sonraki eserlerini kendi kalemiyle şöyle bildirmektedir:
“O emeller kutbunun âhırete irtihâlinden sonra, son hârika ve kerâmeti isbât eden, “Kerâmât-ül-evliyâ” kitabını yazdım. Gavs-ı a’zam Abdülkâdir-i Geylânî’nin ( radıyallahü anh ) “Fütûh-ül-gayb” kitabını, Arabîden Fârisîye tercüme ettim. Bir de tasavvuf ıstılâhlarında, Kadirî ve Nakşibendî yollarındaki vazîfeleri topladım. İsmine, “Revâih” dedim. Bir te’lîfim de, Adem aleyhisselâmdan günümüze kadar gelmiş olan makbûlleri bildiren, “Senevât-ül-atkıya der beyân-ı tevârih-i visal ve ahvâl-i erbâb-ı kemâl” isimli kitap olup, büyüklerin târih sırasına göre vefâtlarını ve hâllerini anlatır.”
Diğer eserleri: 1-Siyer-i Ahmedî, 2-Mecma’ül-evliyâ, 3-Makâmât-i Gavs-us-sakaleyn Tercümet-i Behçetül-esrâr, 4-Tercümet-i Ravdât-in-nevâzir. 5-Tercüme-i Tefsîr-i Arâis-il-beyân.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Hadarât-ül-Kuds sh. 9, 386
2) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1023