ARA
İSLAM ALİMLERİ ANSİKLOPEDİSİ

Kırâat âlimlerinin büyüklerinden. İsmi, Muhammed bin Muhammed bin Muhammed bin Ali bin Yûsuf el-Cezerî, ed-Dımeşkî, eş-Şîrâzî’dir. Şafiî mezhebinde büyük bir fıkıh âlimi idi. “İbn-i Cezerî” diye meşhûr oldu. Ailesi, “Cezerî” nisbeti ile tanınırdı. Künyesi, Ebü’l-Hayr idi. Cezire, Musul’un yakınında bir beldedir. Lakabı Şemseddîn idi. 751 (m. 1350) senesi Ramazan ayının onbeşinde, teravih namazından sonra Şam’da dünyâya geldi. Mensûp olduğu aileden çok âlim yetişti. Herbirisi, zamanının bir tanesi idi. Çeşitli dînî ilimlerde büyük bir âlim olarak yetişen Şemseddîn Muhammed Cezerî, “Şeyh Cezerî” diye de tanınırdı. Osmanlı Sultânı Yıldırım Bâyezîd ve Timur Hân’dan çok iltifât gördü. Çok kitap yazdı. Timur Hân, Ankara Savaşı’ndan sonra onu Mâverâün-nehr’e götürdü. Bu diyarda onun ilminden çok istifâde ettiler. Onun “Hısn-ül-hasîn” adındaki duâ kitabı, Arabca ve Farsça şerhleri ile basılmış olup, çok kıymetlidir. Kırâat ilmine dâir eserleri de kıymetli ve pek meşhûrdur. 833 (m. 1429) senesi Rebî’ul-evvel ayının beşinci günü Cum’a namazı vaktinde Şîrâz’da vefât etti. Orada kendisinin yaptırdığı mezarına defnedildi.

İbn-i Cezerî’nin doğumu hakkında şöyle anlatılır: Babası Muhammed Cezerî, tüccâr idi. Kırk senelik evli olduğu hâlde çocuğu olmamıştı. Bir sene hacca gitti. Mekke-i mükerreme’de Zemzem kuyusunun başına varınca, Allahü teâlâdan âlim olacak bir erkek evlâd ihsân etmesini duâ ve niyaz ederek, Zemzem suyundan içti. Hacdan döndükten bir müddet sonra, bu evlâdı dünyâya geldi.

Şeyh Cezerî daha 14 yaşında iken, 764 (m. 1362) senesinde Kur’ân-ı kerîmin tamâmını hıfzetti, ezberledi. Ertesi sene, Kur’ân-ı kerîmin hatmi ile namaz kılmak şerefine kavuştu. Bir müddet hadîs ilmine çalıştıkdan sonra, Kur’ân-ı kerîmin muhtelif kırâat usûllerini tahsile başladı. Ba’zı meşâyıh ve âlimlere kırâatini arz etti. 768 (m. 1366) senesinde kırâat ilminde “Kırâat-ı Seb’a”yı öğrendi. Aynı sene içinde hac ibâdetini yapmak için Mekke-i mükerremeye ve oradan da Kâhire’ye gitti. Oradaki kırâat âlimlerinden de “Kırâat-ı aşere”, “İsnâ-i aşere” ve “Selâs-i aşere”yi elde etti. Bu kırâat usûllerinde pek mahir oldu. Sonra Şam’a gidip, Dimyâtî’nin, Aberkûhî’nin ve Esnevî’nin talebelerinden ve İrkûmî’den hadîs-i şerîf dinleyip, Esnevî ve başka âlimlerden fıkıh ilmini okudu. Sonra tekrar Mısır’a gidip, orada usûl, fıkıh, me’ânî ve beyân ilimlerini kaynaklarından tahsîl ettikten sonra İskenderiyye’ye geçti. Orada İbn-i Abdüsselâm’ın talebelerinin derslerinde bulunup, onlardan hadîs-i şerîf dinledi. Çok âlimden ilim tahsil etti. 774 (m. 1373) yılında, Şeyhülislâm Ebü’l-Fidâ İsmâil bin Kesîr, fetvâ verebilmesi için ona izin verdi. 778 (m. 1376) yılında Şeyh Ziyâüddîn ve 785 (m. 1383)’de de Şeyhülislâm Bülkînî tarafından fetvâ vermeye me’zûn kılındı. Sonra Kur’ân-ı kerîm okutmakla meşgûl oldu. Önce Şam’da Benî Ümeyye Câmii’nde iki sene kırâat dersi verdi. Sonra Âdiliyye Medresesi’nin başmüderrisliğini yaptı. Daha sonra da Eşrefiyye’deki Dâr-ül-hadîs’in başmüderrislik makamına getirildi. Şeyh İbn-i Seyâr’dan sonra, Ümm-i Sâlih türbesi yanındaki medresenin idâreciliğine getirildi. Bu tedrisât dönemlerinde, birçok âlim huzûruna gelip ondan ilim tahsil etmişlerdir. Şihâb bin Hacı bunlardan birisi olup, dedi ki: “O, çok güzel ders verirdi.”

Emîr Kutlu Bey ile araları açıldığından, birkaç kerre Mısır’a gidip geldi. Emîr Berkûk tarafından Şihâb-i Hasâbî’den sonra Tûte Câmii hatîbliğine ta’yin edildi. İbn-i Burhan bin Cemâ’a’dan sonra Selâhiyyet-ül-Kudsiyye Medresesi’nin müderrisliğine ta’yin edildi. 797 (m. 1394) senesi başlarına kadar bu vazîfede kaldı. Emîr Kutlu Bey ile aralarındaki ihtilâf yüzünden, bu vazîfesinden alınıp, Şam’da yaptırılan medresenin kırâat müderrisliğine ta’yin edildi. Orada bir müddet ders okuttu. Birçok kimseler, ondan Kur’ân-ı kerîmi kırâat eylediler. Bir ara Şam Kâdılığına da getirildi.

İbn-i Cezerî, 798 (m. 1395)’de Mısır’dan ayrılıp İskenderiyye’den bir gemiye binerek, deniz yolu ile Anadolu’ya, Bursa’ya geldi. O zaman, Osmanlı pâdişâhı Sultan Yıldırım Bâyezîd Hân idi. Âdil ve âbid bir zât olan Sultan Bâyezîd’in ilme ve âlimlere çok hürmeti ve derin saygısı vardı. Ona çok ikram ve ihsânlarda bulundu. Onun yanında birkaç sene kaldı. Bu zâtın geldiği, kısa zamanda her yerde duyuldu. Bursadan ve diğer şehirlerden birçok kimseler, ondan “Kırâat-i aşere”yi tahsil edip, bu ilimde yetiştiler. O, kırâat ve hadîs ilmini Anadolu’ya yaydı. Çok kimseler onun ilminden faydalandılar. 805 (m. 1402) yılında Timur ile Yıldırım Bâyezîd Hân arasında vukû’ bulan Ankara Savaşı’ndan sonra, Timur Hân Bursa’ya kadar geldi. O da, ilme ve âlimlere çok değer verirdi. İbn-i Cezerî hazretlerini alıp, Mâverâün-nehr’e götürdü. Kaş şehrinde kaldı. Sonra Semerkand’a gitti. Her şehirde çok sayıda talebe, ondan kırâat dersi aldılar. Semerkand’da ders okuttuğu sırada, büyük âlim Seyyîd Şerîf Cürcânî hazretleri ile buluştu.

807 (m. 1404) senesinde Timur Hân vefât edince, Mâverâünnehr’den çıkıp, Herat şehrine geldi. Sonra Yezd’e, oradan İsfehan’a, sonra da Şîrâz’a geldi. Her şehirde, her memlekette ilim tâlibleri, isteklileri. Şeyh Cezerî’den, Kur’ân-ı kerîmin kırâatinden kimisi “Kırâat-ı seb’a”yı kimisi de “Kırâat-ı aşere”yi öğrendiler. Kırâat ve hadîs ilimlerini her yere yaydı. Sonra Şîrâz Vâlisi Sultan Pir Muhammed tarafından, arzusu hilâfına olarak, Şîrâz ve etrâfının kadılığına ta’yin edildi.

Timuroğullarının hâkim olduğu birçok beldede kadılık yaptı. Sonra hacca gitmek niyetiyle bu görevinden ayrılıp, Basra’ya geldi. Oradan Yenbu’ya gidip, bir müddet ikâmet etti. Nihâyet 823 (m. 1420) yılının Rebî’ul-evvel ayında Medîne-i münevvereye geldi. Sonra da Mekke-i mükerremeye geçti. Çok kimseler yanına gelip, onun ilminden istifâde ettiler. Hac farizasını îfâ ettikten sonra, bir müddet daha bu mübârek beldelerde kaldı. Medîne-i münevverede kaldığı sıralarda, Şeyh-i Haremeyn Azîzüddîn Muhterem de, ondan kırâat ilmini okudu. O yıllarda Kur’ân-ı kerîmin kırâati, ya’nî okunması üzerinde, iki cildlik “Kitâb-ül-beşer fî kırâat-il-aşer” adındaki eserini te’lîf etti. Bu eserini ihtisar edip, kısaltıp, “Takrib” adını verdi. Ayrıca “Tahrîb-üt-teysîr fil-kırâat-il-aşere”, “Tabakât-ül-kurrâ” ve “Tevârîh-ül-kurrâ” kitaplarını yazdı.

Belde-i Haremeyn’de birkaç sene kaldıktan sonra, Şîrâz’a döndü. Bir müddet sonra da Şam’a geldi. Kâhire’de kalabilmesi için kendisine izin verildi. Orada kalıp, Sultan Eşref ile çok sohbetlerde bulundu. Kendisine pekçok ikram ve iltifâtlarda bulunan Sultan, onu, Kâhire’de Kur’ân-ı kerîmin kırâatini ve hadîs-i şerîf okutup öğretmesi için yaptırdığı medreseye ta’yin etti. Bundan önce Kâtib Müeyyed bu vazîfeyi yürütüyordu. Onun Kâhire’ye gelişinde, Kâtib Müeyyed vefât etmişti. Şeyh Cezerî, bir müddet sonra, hacılarla beraber Mekke’ye gitti. Hacdan sonra deniz yolu ile Yemen’e gitti. Orada kendisinden birçok âlim kırâat öğrendi. Yemen vâlisi çok ikram ve ihsânlarda bulundu. Orada ticâret yaptı ve çok miktarda mal ile Mekke’ye döndü. Tekrar hac farizasını îfâ edip, oradan Şam’a geldi. Oradan da Basra’ya gelip, Şîrâz’a geçti. Vefâtına kadar burada kaldı. 833 (m. 1429) senesi Rebî’ul-evvel ayının başında, Cum’a günü öğle vaktinde, Eskâfiyyîn çarşısında bulunan evinde vefât etti ve burada kendisinin bina ettirdiği medresesine defnedildi. Cenâze namazında, görülmemiş bir kalabalık vardı. Eşraftan, âlimlerden ve halktan çok kimseler taşıyıp, tabutuna dokunmak şerefine kavuşmak için adetâ yarış ettiler. Bu hizmete ve şerefe kavuşamayan, ya’nî onun tabutunun taşınmasında bulunamıyanlar, bu hizmet ve son vazîfe ile şereflenenlere imrenerek, gıbta ile baktılar. Onun ölümü ile, İslâm âleminde kırâat ilminin bir binası harâb oldu.

Eserleri çok kıymetlidir. Başlıcaları şunlardır:

1- Kitâb-ün-neşr fil-kırâat-il-aşr: Bin beyitlik manzûm bir eserdir, İstanbul Nûruosmâniye Kütüphânesi 97 numarada mevcûttur, iki cilddir. 2-Tahbîr-üt-teysîr fil-kırâat: Bu eser, Dânî’nin, Kur’ân-ı kerîmin kırâatına dâir “Teysîr” ismindeki eserinin şerhidir. Nûruosmâniye Kütüphânesi 60 numarada mevcûttur. 3- Tayyibet-ün-neşr fil-kırâat-il-aşr: Kur’ân-ı kerîmin “Kırâat-i aşere”, ya’nî on türlü kırâati hakkında tanzim edilip, 799 (m. 1396) senesi Şa’bân ayında tamamlanmış bulunan ve bin beyitten meydana gelen manzûm bir eserdir. 1282 (m. 1865) ve 1307 (m. 1889) senelerinde Kâhire’de neşredilmiştir. 4- Ed-Dürret-ül-mudiyye fî kırâat-il-eimmet-is-selâset-il-merdıyye: Üç büyük kırâat âlimine göre Kur’ân-ı kerîmin kırâatinden bahseden ve 241 (ikiyüzkırkbir) beyitten meydana gelen bir manzûme olup, “Tavîl” veznindedir. 823 (m. 1420)’de tamamlanmış, 1285 (m. 1868) ve 1308 (m. 1890) senelerinde Kâhire’de basılmıştır. 5- Gâyet-ül-mehere fiz-ziyâdet-il-aşere: Kur’ân-ı kerîmin kırâatine dâir bir manzûmedir. Ayasofya Kütüphânesi 39 numarada mevcûttur. 6- Müncid-ül-mukarrebîn ve mürşid-üt-tâlibîn: Kur’ân-ı kerîmin kırâat usûllerinin ehemmiyetini anlatan bir eserdir. Yedi fasıl üzerine tertîb edilmiştir. 7- Et-Temhîd fil-ilm-it-tecvîd: Kur’ân-ı kerîmin tecvidine dâir bir eser olup, 769 (m. 1367) senesinde tamamlanmıştır. 8- El-Mukaddimet-ül-Cezeriyye fit-tecvîd: Kur’ân-ı kerîmin kırâati hakkında, “Racaz” vezninde 110 (yüzon) beyitlik manzûm bir eserdir. 1282 (m. 1865) ve 1307 (m. 1889) senelerinde Kâhire’de neşredilmiştir. 9-Kifâyet-ül-ma’î fî tefsîr-i âyet-i (Yâ ardubla’î) Hûd sûresi 46. âyet-i kerîmesinin ezbere okuma tarzları hakkında bir risaledir. 10- Gâyet-ün-nihâye fî tabakât-il-kurrâ: Meşhûr kırâat âlimlerinin hâl tercümelerini ve kırâatlerinin hangi yollardan geldiğini anlatan bir eserdir. “Nihâyet-üt-dirâyât” kitabının ihtisârı, kısaltılmışı olup, 3 cild hâlinde neşredilmiştir, ilk iki cildi metin, üçüncü cildi fihristtir. 12- Mukaddimetü ilm-il-hadîs: Hadîs usûlü ilmine dâir bir eserdir. 13- El-Hidâye ilâ me’âlim-ir-rivâye: Kur’ân-ı kerîmin kırâat tarzının, okuyanlar tarafından ağızdan ağıza geçmesi hakkında, “Racaz” vezninde yazılmış 370 (ücyüzyetmiş) beyitten ibâret manzûm bir eserdir. 14- Akd-ül-le’âlî fil-ehâdîs-il-müselseleti bil-avâlî: Nâkil, mahdûd ve müselsel hadîslere dâir bir eserdir. 808 (m. 1405) senesinde Şîrâz’da tamamlanmıştır. 15- Er-Risâlet-ül-beyâniyye fî hakk-ı Ebeveyn-in-Nebî: Resûlullah efendimizin ( aleyhisselâm ) anne ve babasının müslüman olduklarını isbât etmek için yazılmış bir risaledir. Berlin Kütüphânesi 10343 numarada mevcuttur. 16- Zât-üş-Şifâ fî sîret-il-Mustafâ ve min ba’dihî minel Hulefâ: Şîrâz hükümdârı Pîr Muhammed’in talebi üzerine. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) ile dört halîfesinin (r.anhüm) hayatlarını anlatan ve sonunda, Yıldırım Bâyezîd Hân devrinin İstanbul’un, muhasarasına kadar olan târihi hakkında bir zübdeyi (özeti) ihtivâ eden, “Racaz” vezninde bir manzûme olup, 798 (m. 30 Eylül 1396) senesi Zilhicce ayında tamamlanmıştır. 17- El-Hısn-ül-hasîn min kelâmi Seyyid-il-mürselîn: Duâ olarak okunan hadîs-i şerîfleri bildiren bir eser olup, çok kıymetlidir. 1279 (m. 1862) ve 1315 (m. 1897) senelerinde Kâhire’de 1328 (m. 1910)’de Cezayir’de neşredilmiştir. 18-El-Mukaddime fimâ alâ kâri-il-Kur’ân en Ya’leme, 19- Muhtâr-un-nâsih bil-edillet-is-sahîha fil-mevâ’ız: Ahlâk ile ilgili hadîs-i şerîflerden meydana gelen bir va’z kitabıdır. 20- Ez-Zahr-ül-fâih: Çeşitli va’z ve nasihatlerini ihtivâ eden bir eseridir. 1305 (m. 1887) ve 1310 (m. 1892) senelerinde Kâhire’de basılmıştır. 21- El-İsâbe fil-avâzim-il-kitâbe: Tahrir, yazma san’atı ile ilgili küçük bir risaledir. 22- El-İbâne fil-umreti minel-civâne, 23- El-İclâlü vet-ta’zîm fî makâm-ı İbrâhim, 24- Erba’îne fîl-hadîs, 25- Esn-el-matâlib fî menâkıb-il-İmâm-ı Ali bin Ebî Tâlib (Kerremallahü vecheh), 26- Usûl-ül-kırâat, 27-El-İ’tirâz-ıl-mübdî li vehm-it-Tâc el-Kindî, 28- El-İ’lâm fî ahkâm-il-idgâm, 29- El-Elgâz Kasîdet-ül-hemziyye fil-kırâat, 30- El-Evleviyye fî ehâdîs-il-evveliyye, 31- El-Bidâye fî ulûm-ir-rivâye, 32- El-Beyân fî hatt-ı Osman, 33- Tezkiret-ül-ulemâ fî usûl-il-hadîs, 34- Et-Ta’rîf bil-mevlîd-iş-şerîf, 35- Et-Takrib fî şerh-ıt-teysîr leh, 36-Et-Tekrîm fil-umreti minet-Ten’îm, 37-Tekmiletü zeyl-it-takyîd li ma’rifeti rüvvât-is-sünen vel esânid, 38- Et-Tevcîhât fî usûl-il-kırâat, 39- El-Cevhere fin-nahvi, 40- Haşiyetün alâ îzâh-ıl-me’ânî, 41- Ez-Zeylü alâ mir’ât-iz-zemân lin-Nevevî, 42-Şerhu minhâc-il-usûl-il-Beydâvî, 43- Ârif-üt-ta’rîf bil-mevlîd-iş-Şerîf leh, 44- El-Akd-üs-Semîn fî elgâz-il-Kur’ân-il-mübîn, 45-Gâyet-ül-münî fî ziyâret-il-münî, 46-El-Kasd-ül-Ahmed fî ricali Müsned-i Ahmed, 47- Elmaksad-ül-Ahmed fî hatmi Müsned-i Ahmed 48- Muhtasarun fî târîh-i İslâm, 49- El-Müsned-ül-Ahmed fimâ yeteallahü bi müsned-i Ahmed, 50- Mukaddimetün fil-hadîs, 51- En-Nihâye fî tabakât-il-kurrâ (Tabakât-ı Kübrâ), 52- Hidâyetün ilâ ulûm-id-dirâyet Manzûm bir eserdir. 53- El-Mevlîd-ül-kebîr Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) hayâtını anlatan bir eserdir. Şeyh İbn-i Cezerî’nin, Ebü’l-Feth Muhammed Ekber, Ebü’l-Hayr Muhammed Asgar, Ebû Bekr Ahmed, Ebü’l-Bekâ İsmâil, Ebü’l-Fadl İshak adlarında beş oğlu ile; Fatıma, Âişe ve Selmâ adlarında üç kerîmesi (kızı) vardı. Hepsi Kur’ân-ı kerîmi tecvîd üzere okurlar ve hadîs-i şerîf ezberlerlerdi. Ne güzel bir temel ve kök ki, ondan böyle faydalı ve güzel dallar yetişmişti. Ne mutlu o çocuklara ki, böyle bir babaya sahip oldular. Ne güzel bir ocak ki, içindekilerin hepsi büyük insanlardır. Böyle meşhûr ve faziletli zâtların yetiştiği ev ne kadar şereflidir. Allahü teâlâ cümlesinden râzı olsun!

Hısn-ül-hasîn kitabından ba’zı bölümler:

Duânın kabûl olması için, Peygamberleri “Aleyhimüsselâm” ve sâlih kulları vesile etmelidir. “Sahîh-i Buhârî”deki hadîs-i şerîflerde böyle bildirildi.

Resûlullah ( aleyhisselâm ); “Hayvanı kaçan kimse; Ey Allahın kulları! Bana yardım ediniz. Allahü teâlâ da size merhamet eylesin, desin!” buyurdu. Bir hadîs-i şerîfte; “Korkulu yerde, üç kerre; Ey Allahın Kulları! Bana yardım ediniz! demeli!” buyuruldu. Bu duâ tecrübe edilmiş, neticesi görülmüştür. Bir hadîs-i şerîfte; “Bir şeyden zarar gören, abdest alıp iki rek’at namaz kılsın! Sonra Yâ Rabbî! Senden istiyorum. Senin âlemlere rahmet olan Peygamberin Muhammed aleyhisselâmı vesile ederek sana yalvarıyorum. Yâ Muhammed! Dileğimi kabûl etmesi için Rabbime seni vesile ediyorum. Yâ Rabbî! O’nu bana şefaatçi et, desin!” buyuruldu. Her müslüman namaz kılarken (Esselâmü aleyhe eyyühen Nebiyyü!) diyerek Resûlullaha seslenmektedir. Tevessüle inanmıyanlara cevap olarak yalnız bu yetişir. Evliyâya “Rabıta” yapmak, iyi göremiyen yaşlı kimsenin gözlük kullanmasına benzer. “Vesile arayınız!” âyet-i kerîmesi, Allahü teâlâdan feyz alabilmek için, büyük âlim aramak lâzım olduğunu göstermektedir. Büyük âlim, Resûlullahın vârisidir.”

Müellif, Allahü teâlâya hamd ve Resûlullaha ( aleyhisselâm ) salât ve selâmdan sonra şöyle der: “İşbu Hasîn kitabı, Resûlullah efendimizin ( aleyhisselâm ) mübârek sözlerinden derlenmiştir. Mü’minler için yapılmış bir silâh, Resûl-i ekremin ( aleyhisselâm ) mübârek sözlerinden meydana gelmiş kıymetli bir kitaptır. Bu kitap, mü’minler için nasihattir. Onları, Resûlullah efendimizin ( aleyhisselâm ) sahih hadîs-i şerîflerinden seçtim. Bu kitap, her türlü şiddet ve sıkıntılara karşı güzel bir hazırlık ve kuvvettir. O, insan ve cinlerin şerlilerine karşı iyi bir kalkandır. Musibetlere ve zâlimlere karşı, bu kitabın içindeki, hedefine isâbet eden oklar gibi olan duâları kendime kal’a edindim, onunla kendimi korudum.

Muhtasar (kısa) olmakla beraber, Allahü teâlâdan bu kitabı faydalı kılmasını, onun vesilesi ile müslümanlardan belâ ve sıkıntıları gidermesini dilerim. Kitaba, ihtivâ ettiği mevzûlarla alâkalı bütün sahih hadîs-i şerîfler alınmıştır. Bu kitabımı tamamlayınca, bana öyle bir düşman musallat oldu ki, onu ancak Allahü teâlâ defedebilir. Onun için bu düşmandan kaçtım ve gizlendim. Hısn-ül-hasîn kitabını kendime kal’a edinerek, onu okumaya devam ettim. Onunla kendimi korudum. Bunun üzerine rü’yâmda Resûlullah efendimizi ( aleyhisselâm ) gördüm. Ben sol taraflarında bulunuyordum. Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) bana sanki; “Ne istiyorsun?” diye buyuruyordu. Ben; “Ey Allahın Resûlü! Bana ve müslümanlara duâ buyur” diye arz ettim. Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) mübârek ellerini kaldırıp, duâ buyurdular. Ben Resûlullahın ( aleyhisselâm ) mübârek ellerine bakıyordum. Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) duâsını bitirince, ellerini mübârek yüzlerine sürdüler. Ben o ânda uyandım. O gece Perşembe gecesi idi. Pazar gecesi o düşman benden kaçıp uzaklaştı. Allahü teâlâ, bu kitapta Resûl-i ekremden ( aleyhisselâm ) bildirilen hadîs-i şerîflerin bereketi ile, benden ve müslümanlardan sıkıntıyı giderip, rahata kavuştura.

Duânın fazileti: Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ); “Duâ ibâdettir” diye buyurduktan sonra, şöyle devam etti: “Rabbiniz buyurdu ki: Bana duâ edin, size karşılığını vereyim. Bana ibâdet etmekten büyüklenip, yüz çevirenler, muhakkak ki küçülmüş kimseler olarak Cehenneme gireceklerdir.” (Mü’min-60)

Hiçbir sakınma takdîri değiştirmez. Fakat duâ, inmiş ve inmemiş olan şeylere fâide verir. Belâ iner, onu duâ karşılar, ikisi, kıyâmet gününe kadar mücâdele ederler. (Kazâ-i mu’allâk, Levh-i mahfûzda yazılıdır. Eğer o kimse, iyi amel yapıp, duâsı kabûl olursa, o kaza değişir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Kader, tedbir ile, sakınmakla değişmez. Fakat kabûl olan duâ, o belâ gelirken korur.” Duânın belâyı def etmesi de, kaza ve kaderdir. Kalkan, oka siper olduğu gibi, su, yerden otun yetişmesine sebeb olduğu gibi, duâ da, Allahü teâlânın merhametinin gelmesine sebebdir. Bir hadîs-i şerîfte; “Kazâ-i mu’allâkı hiçbir şey değiştiremez. Yalnız duâ değiştirir ve ömrü yalnız; ihsân, iyilik arttırır” buyuruldu. Allahü teâlânın takdîrinin, ya’nî kaderin Levh-i mahfûzda yazılması kazadır. Bir kimseye takdîr edilen belâ kazâ-i mu’allâk ise, ya’nî o kimsenin duâ etmesi de takdîr edilmiş ise, duâ eder; kabûl olunca, belâyı önler. Ecel-i kazayı da, iyilik etmek geciktirir. Fakat Ecel-i müsemmâ değişmez. Ecel-i kaza; bir kimse, eğer iyi iş yapar, yahut sadaka verir, hac ederse ömrü altmış sene, bunları yapmazsa kırk sene diye takdîr edilmesi gibidir. Vakit tamam olunca, eceli bir ân gecikmez. Birinin üç gün ömrü kalmış iken, akrabasını, Allah rızâsı için ziyâret etmesi ile, ömrü otuz seneye uzar. Otuz sene ömrü olan kimse de. Ekrabasını terk ettiği için, ömrü üç güne iner.)

Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: “Allahü teâlâ katında duâdan daha kıymetli birşey yoktur.” Ya’nî sözle yapılan ibâdet çeşitlerinden, duâdan daha üstün birşey yoktur. Çünkü duâ eden, duâ ederken Allahü teâlâya hamd ve senada bulunmakta, O’na yalvarmaktadır.

“Allahü teâlâ kendisinden istemiyene gazâb eder.” Ya’nî kendisini Allahü teâlâya muhtaç görmiyerek, gerek söz ve gerekse lisân-ı hâl ile istemiyene Allahü teâlâ gazâb eder.

“Duâ mü’minin silahıdır.” Ya’nî mü’min duâsı ile kendisinden ve başkalarından belâyı def eder.

“Duâ dînin direğidir.” Ya’nî duâ etmekle, kul, kulluğunu izhâr etmektedir.

“Duâ, Göklerin ve yerin nûrudur.” Ya’nî duâ, yerleri ve gökleri gaflet karanlığından kurtarıp, onları aydınlatıcıdır.

Kul duâ edince, Allahü teâlâ onun dileğini bu dünyâda aynı ile veya dileğinin yerine ondan daha güzelini karşılık olarak verir. Yahut büyük bir belâyı ondan def etmek sûretiyle verir. Bu isteği ya hemen verir, veya geciktirerek verir. Yahut Allahü teâlâ onun duâsını âhırete saklar. Ya’nî onun duâsına âhırette bol karşılık verir veya onun günahlarından bir kısmını, o duâsı sebebiyle af ve mağfiret buyurur. Hülâsa; Allahü teâlâ, iyi amel yapanın ecrini asla zayi etmez.

Allahü teâlâ, hadîs-i kudsîde şöyle buyuruyor: “Ben, kulumun beni zannına göreyim.” Ya’nî kulum, benim onu affedeceğimi ümîd ederse onu affederim. Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Allahü teâlâ bir kulunun Cehenneme gitmesini emretti. Cehennemin kenarına kadar gelip durunca, o kul döndü ve; “Vallahi yâ Rabbî! Benim senin hakkındaki zannım gerçekten iyi idi” dedi. (Bunun üzerine) Allahü teâlâ; “Onu geri çeviriniz. Muhakkak ki ben, kulumun beni zannına göreyim” buyurdu.

Yine bir hadîs-i kudsîde Allahü teâlâ şöyle buyurdu: “Kulum (ona merhamet eylemem, yardım etmem, muvaffak kılmam için) beni anarsa, ben onunla beraberim.”

Hadîs-i şerîflerde;

“Rabbini anan ile anmıyan kimsenin durumu, diri ile ölünün durumu gibidir.”

“Kimi, şiddetli sıkıntı zamanlarında, Allahü teâlânın duâsını kabûl etmesi sevindirirse, genişlik zamanında çok duâ etsin.”

En faziletli zikir: Hadîs-i şerîflerde buyurul’du ki: “Allahü teâlâyı zikirden daha üstün bir sadaka yoktur.”

“Allahü teâlânın yollarda dolaşan melekleri vardır. Bunlar, Allahü teâlâyı zikredenleri ararlar. Allahü teâlâyı zikreden (anan) bir topluluğu görünce, birbirlerine seslenirler. Geliniz, işte aradığınız (burada) derler. Onları, dünyâ semâsına kadar kanatları ile kuşatırlar.”

“Allahü teâlâyı zikreden bir topluluk oturduğu zaman, melekler onları kuşatırlar. Onları rahmet bürür. Onların üzerine sekînet iner. Allahü teâlâ onları, indinde bulunanlar arasında zikreder.”

Mu’âz bin Cebel ( radıyallahü anh ) şöyle rivâyet etti: Birgün; “Yâ Resûlallah! Bana nasîhat eyle” dedim. Bunun üzerine Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) şöyle buyurdu: “Gücün yettiği kadar takvâya sarıl. Her taşın ve ağacın yanında Allahü teâlâyı an. Gizli olarak yaptığın kötülük için gizli, açıktan yaptığın kötülük için açıktan tövbe et.”

Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ); “Âdemoğlunu, Allahü teâlâyı anmaktan daha çok, Allahü teâlânın azâbından kurtaran bir amel yoktur” buyurunca, Eshâb-ı Kirâm; “Allah yolunda cihâd da mı, Allahü teâlânın azâbından ondan daha kurtarıcı değildir?” diye sordular. Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ); “Evet, Allah yolunda cihâd da... Fakat parçalanıncaya kadar kılıç ile dinsizlere karşı cihâd ederse müstesna.”

“Âdemoğlundan herkesin kalbinde iki mekân vardır. Birisinde melek, diğerinde şeytan vardır. Allahü teâlâyı andığı zaman, bu, şeytanın hoşuna gitmez ve bir tarafa çekilir. O kimsenin kalbine birşey yapamaz. Allahü teâlâyı anmadığı zaman, gagasını onun kalbine koyar ve ona vesvese verir.”

“Gâfil (alış-veriş ile ve başka işlerle meşgûl olmak sûretiyle Allahü teâlâyı anmaktan uzak kalan) kimseler arasında Allahü teâlâyı ananlar, dinsizlerle muharebeden kaçan kimseler arasında sabredip muharebe eden kimseler mesabesindedir.”

“Bir kimse Allahü teâlâyı anmadan yürürse, üzerinde noksanlık olarak yürümüştür. Bir kimse Allahü teâlâyı anmadan yatağına girerse, üzerinde bir noksanlık olarak yatağına girmiştir.”

“Bir dağ (diğer) bir dağa (o mahalde bilinen) ismi ile (hitabederek); “Ey falan! Sana Allahü teâlâyı zikreden (anan) birisi uğradı mı?” diye seslenir. “Evet uğradı” derse, (soru soran dağ, arkadaşı olan dağa böyle birisinin uğrayıp, onun için böyle bir hayırlı hâlin hâsıl olmasından) sevinir. (Hattâ ona hâsıl olan fâidelerden, kendisine de birazcık ulaşmasını ümîd eder. Böyle bir hâlin kendisinde hâsıl olmamasından dolayı da üzülür.)”

“Cennet ehli, sâdece dünyâda iken Allahü teâlâyı anmadan geçirdikleri vakitlerine hasret çekerler, (niçin Allahü teâlâyı anmadan o vakti geçirdik, diye) pişman olup, üzülürler.”

Duâ âdabı: Duâ âdabından bir kısmı rükndür. Bunlar; Ehl-i sünnet i’tikâdında ve ihlâs sahibi olmaktır. Bir kısmı, haramlardan sakınmak gibi şartlardır. Bunların dışında kalanların bir kısmı müstehablar ve mekrûhlardır. Diğer bir kısmı da; yapılması, terkinden evlâ olanlardır.

Bu edebler ve şartlardan ba’zıları şunlardır: 1- Yemede, içmede, giyimde ve kazançta haramdan sakınmak. 2-İhlâslı olmak. 3- Duâdan önce sâlih amel yapmak. Şiddetli sıkıntı zamanında yaptığı sâlih ameli zikretmek. 4-Kirlerden ve pisliklerden temizlenmek. 5- Abdestli olmak ve kıbleye yönelmek. 6- Rükû’ ve secdeli namaz kılmak. (Burada murâd, kılınan namazdan sonra yapılacak duâdır.) 7- İki dizler üzerine oturmak. 8- Duânın başında ve sonunda önce Allahü teâlâya hamd edip, Resûlullaha ( aleyhisselâm ) salevât okumak. 9- Ellerini açmak (ya’nî avuçlarını yummamak). 10- İki elleri kaldırmak. (Ya’nî elleri dizlerden uzaklaştırıp, semâya doğru kaldırmak. Çünkü semâ, duânın kıblesidir.) 11-Elleri omuz hizasına kadar kaldırmak. 12- Edeb üzere olmak (ya’nî zâhiren, bâtınen, söz ve fiille edeb üzere olmak). 13- Huşû’ üzere olmak. Denilir ki, huşû’ korku demektir. Zâhir odur ki, huşû’dan murâd, bâtının sükûnudur. Bâtının sükûn bulmasından, zâhirin sükûnu meydana gelir. Bunu şu hadîs-i şerîf te’yid etmektedir: Resûlullah ( aleyhisselâm ), sakalları birbirine karışmış birisini görünce; “Kalbinde huşû’ olsa idi, a’zâlarında da huşû’ olurdu” buyurdu. Allahü teâlâ, Mü’minûn sûresinin ilk iki âyetinde meâlen: “Mü’minler muhakkak kurtulacaktır. Onlar, namazları huşû’ ile kılanlardır” buyuruyor. 14-Bütün a’zâları tezellül ve hudû’ üzere olmak. Ya’nî bütün a’zâların hudû’ (boyun eğme) ile beraber, sükûn üzere ve hareketsiz olması. 15- Namazda duâ edenin, gözlerini semâya kaldırmaması. 16- Allahü teâlâya, esmâ-i hüsnâsı ve yüce sıfatları ile duâ etmek. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “En güzel isimler, Allahü teâlânındır. O hâlde Allahü teâlâya bu isimlerle duâ edin. Allahü teâlânın isimlerinde ilhâd edenleri ya’nî isimleri değiştirenleri terk edin. Onlar âhırette yaptıklarının cezasını çekeceklerdir” buyuruyor (A’râf-180). 17- Duâda edebî sözlerle duâ yapmaya zorlanmamalıdır. 18- Nâme yaparak duâ etmemek. 19- Peygamberleri (a.s) ve sâlih kimseleri vesile ederek duâ etmek. Çünkü onlar, hem Allahü teâlâya ve hem de kullarına karşı hakları en kâmil şekilde yerine getirmektedir. 20- Duâ ederken sesi alçaltmak. Ya’nî gizli olarak duâ etmektir. Gizli duâ etmek, Allahü teâlânın katında makbûldür. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Rabbinizi, yalvararak, gizli ve sessiz çağırınız” buyuruyor (A’râf-55). 21-Duâ ederken, günâhını i’tirâf etmek. 22- Duâ ederken Resûlullah efendimizden ( aleyhisselâm ) bildirilen sahîh duâları tercih etmek. Çünkü Peygamber efendimizden bildirilen duâlar, başka duâlara hacet bırakmamıştır. 23-Güzel ma’nâ ve maksadları veya Allahü teâlâya senayı ihtivâ eden duâlarla duâ etmektir. 24- Duâ eden, önce kendisine, sonra ana-babaya ve diğer mü’minlere duâ etmelidir. Allahü teâlâ, İbrâhim aleyhisselâmın meâlen şöyle duâ ettiğini bildirdi: “Ey Rabbimiz! Hesap kurulacağı kıyâmet günü, beni, ebeveynimi ve bütün mü’minleri bağışla.” (İbrâhim-41). Nûh aleyhisselâmın duâsı, Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirildi: “Ey Rabbim! Kâfirlerden hiç kimseyi yer yüzünde bırakma.” (Nûh-28). 25- Eğer duâ eden İmâm ise, yalnız kendisine duâ etmemelidir. 26- Allahü teâlâdan azîmle istemektir. 27- İstekle duâ etmelidir. 28- Duâyı kalbden yapmalıdır. Duâ yaparken kalbi hazır bulundurmalıdır. (Ya’nî kalbi başka düşüncelerden temizlemelidir.) 29-Allahü teâlânın, duâsını kabûl edeceğini ümîd ederek duâ etmelidir. 30- Duâyı birkaç kere tekrar etmelidir. Duâyı en az üç kere tekrar etmelidir. 31- Dînen uygun olmayan birşey için duâ etmemelidir. 32- Tahaccür etmemeli. Ya’nî, Allahım beni af ve mağfiret et. Benden başkasını af ve mağfiret etme veya Allahım falancayı af ve mağfiret etme dememelidir. 33- Bütün hacetlerini istemelidir. 34- Duâ eden ve dinliyen âmin demelidir. 35- Duâ ettikten sonra ellerini yüzüne sürmelidir. 36- Duâ ederken acele etmemelidir.

En faziletli zikir, Kur’ân-ı kerîm okumaktır. Zikir, sâdece tehlîl, tesbîh ve tekbîrden ibâret değildir. Allahü teâlânın beğendiği ve râzı olduğu işleri yapan herkes zikretmiş olur.

Âlimler buyurdular ki: “Kul, Resûlullahtan ( aleyhisselâm ) bildirilen zikirlere, sabah, akşam ve muhtelif hâllerde ve vakitlerinde, gece veya gündüz devam ettiği zaman, Allahü teâlâyı çokça ananlardan olur.”

Gece veya gündüz yahut bir namazın peşinden veya bunlardan başka zamanlarda zikir edenlerin (Allahü teâlâyı ananların), mümkün olduğu kadar aynı vakitlerde zikr edip, ihmâl etmemesi gerekir. Böylece, Allahü teâlâyı anmayı âdet hâline getirmiş olur.

Duânın kabûl olduğu vakitler:

Duânın, şu vakitlerde daha çok kabûl olacağı ümîd edilir. Kadir gecesi, Arafe günü, Ramazan ayında, Cum’a gecesi, Cum’a günü, gece yarısı, gecenin ikinci yarısında, gecenin ilk üçtebirinde, gecenin son üçtebirinde, seher vaktinde, Cum’a saatinde (Bu saatin vakti İmâmın hutbede minbere oturması ile Cum’a namazının eda edilmesine kadar olan zamandır denilmiştir. Bu vakit hakkında çeşitli rivâyetler vardır. İmâm-ı Nevevî ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Sahîh ve doğru olan, Sahîh-i Müslim’de Ebû Mûsâ el-Eş’arî’den rivâyet edilen hadîs-i şerîfte sabit olandır. Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “(Duânın kabûl olduğu vakit) İmâmın minberde oturmasından, selâm vermesine kadar olan müddettir.” Hülâsa; duânın kabûlünün ümîd edildiği vakit tam belirli olmayıp, muhtelif vakitler arasında bulunmaktadır.) ezan ile ikâmet arasında, Allah yolunda cihâd için saf tutulduğu sırada, harb kızıştığı zaman, farz namazlardan sonra, secdelerde, (Ebû Hüreyre’nin rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Kulun Allahü teâlâya en yakın olduğu vakit, secde ettiği vakittir. O hâlde secdede iken çok duâ ediniz.”) Kur’ân-ı kerîm okuduktan sonra (bilhassa hatim ettikten sonra), Zemzem suyu içildiğinde, (İbn-i Abbâs’ın ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Zemzem suyu ne için içildi ise, onun için olur. Eğer şifâ bulmak için içersen, Allahü teâlâ sana şifâ verir. Korunmak istiyerek onu içersen, Allahü teâlâ seni korur. Susuzluğunu gidermek için içersen, Allahü teâlâ senin susuzluğunu giderir.” İbn-i Abbâs ( radıyallahü anh ) Zemzem suyunu içerken; “Allahım senden fâideli ilim, bol rızık ve her hastalıktan şifâ dilerim” derdi.) meyyitin yanına gelindiği zaman, (Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Hastaya veya meyyitin yanına gittiğiniz zaman hayır söyleyiniz. Çünkü melekler, sizin söylediklerinize âmin derler.”) Horoz öttüğü vakit, (Ebû Hüreyre’nin ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte; “Horoz sesini duyduğunuz zaman, Allahü teâlânın fadlından (lütuf ve ihsânından) isteyiniz. Şüphesiz horoz, meleği görmüştür” buyuruldu. İbn-i Mâce ve İmâm-ı Ahmed’in rivâyet ettikleri hadîs-i şerîfte ise; “Horoz sesini duyduğunuz zaman, Allahü teâlânın fadlından isteyiniz. Şüphesiz horoz, meleği görmüştür. Merkep sesini işittiğinizde, Allahü teâlâya sığınınız. Şüphesiz o, şeytanı görmüştür” buyuruldu.)

Duânın kabûl olduğu yerler: Bunlar şerefli yerlerdir. Hasen-i Basrî ( radıyallahü anh ), Mekke-i mükerreme ehline gönderdiği mektûpta, Mekke-i mükerremede duânın kabûl olduğu yerleri şöyle bildirdi: “1- Tavafta, 2- Multezemde (Hacer-i esved’in bulunduğu köşe ile Ka’be-i muazzamanın kapısı arasında), 3- Mizahın altında (altın oluk), 4- Ka’be-i muazzamada ve onun içinde, 5- Zemzem kuyusunun yanında otururken veya Zemzem suyunu içerken, 6- Safa ve Merve’de, 7- Safa ile Merve arasında, 8-Tavâf edip iki rek’at tavaf namazı kıldıktan sonra, Makâm-ı İbrâhim’in arkasında, 9- Arafe günü Arafat’ta, 10- Bayram gecesi güneş doğuncaya kadar Müzdelife’de, 11- Minâ’da, 12- Şeytan taşlama ânında.”

Duâları kabûl olanlar: Duâları kabûl olanlar şunlardır: 1- Çaresiz ve muhtaç olan, 2- Mazlûmun duâsı, 3-Babanın duâsı, Ebû Hüreyre’nin ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte; “Üç duâ kabûl olur. Bunların kabûl olmasında şüphe yoktur. Bunlar; babanın duâsı, yolcunun duâsı ve mazlûmun duâsıdır” buyuruldu. 4-Âdâletli devlet reîsinin duâsı, (Ebû Hüreyre’nin ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte; “Üç kimsenin duâsı red olunmaz, 1-Adâletli devlet reîsinin duâsı. 2- İftar vakti oruçlunun duâsı. 3-Mazlûmun duâsı” buyuruldu. 5- Sâlih kimsenin duâsı, 6- İtaatkâr evlâdın ana-babasına duâsı, 7- Yolcunun duâsı, 8- İftar vakti oruçlunun duâsı, 9- Müslümanın mü’min kardeşine gıyabında yaptığı duâ, (Böyle bir duâ, riyadan uzak ve ihlâsa daha yakındır.) 10- Başkasına zulmü kastederek veya akrabası ile alâkayı kesmeye götüren birşey ile duâ edilmediği veya “Duâ ettim de kabûl olmadı” demediği müddetçe, bir kimsenin yaptığı duâ kabûl olur.

İbn-i Cezerî “Mevlîd” kitabında buyurdu ki: “Ebû Leheb rü’yâda görülüp, ne hâlde olduğu soruldukta, kabir azâbı çekiyorum. Ancak, her sene, Rebî’ul-evvel ayının onikinci geceleri, azâbım hafifliyor, iki parmağım arasından çıkan serin suyu emerek ferahlıyorum. Bu gece Resûlullah dünyâya gelince, Süveybe ismindeki câriyem bunu bana müjdelemişti. Ben de sevincimden bunu azâd etmiş ve ona süt annelik yapmasını emretmiştim. Bunun için bu gecelerde azâbım hafifliyor dedi. Âyet-i kerîme ile kötülenmiş olan Ebû Leheb gibi azgın bir kâfirin azâbı hafifleyince, O yüce Peygamberin ümmetinden olan bir mü’min, bu gece sevinir, malını dağıtır, böylece Peygamberine ( aleyhisselâm ) olan sevgisini gösterirse, Allahü teâlâ ihsân ederek, onu Cennetine sokar.

Üstadım fetvâlarında diyor ki: Mevlîd cem’iyyeti yaparak, Kur’ân-ı kerîm ve Mevlîd-in-Nebî okumak, sonra yiyecek ikram etmek, sonra dağılmak, sünneti hasenedir. Bunu yapana ve orada bulunanlara sevâb verilir. “Yine Hâfız İbn-i Cezerî, Beyhekî’den alarak diyor ki “Resûlullaha ( aleyhisselâm ) Peygamber olduğu bildirildikten sonra, kendisi için akîka kurbanı kesti. Hâlbuki, dünyâya geldiğinin yedinci günü, dedesi Abdülmuttalib’in, kendisi için akîka kesmiş olduğunu biliyordu. Akîkayı tekrar kesmek de caiz değildir, ikincisini, kendisinin âlemlere rahmet olarak yaratılmış olduğuna şükür olarak kestiği ve böyle yapmaları için, ümmetine örnek olmak istediği anlaşılmaktadır. Nitekim, ümmetini teşvik için, kendine salevât okuduğu çok görüldü, bunun için, müslümanların, mevlîd gecelerinde toplanarak, mevlîd kasidesi okumaları, tatlı şeyler yedirmeleri, hayrat ve hasenat yapmaları, böylece o gecenin şükrünü yerine getirmeleri müstehâb oldu. “Sünen-i İbn-i Mâce” şerhinde; haram, yasak şeyler karıştırmadan mevlîd cem’iyyeti yapmanın sünnet-i hasene ve müstehâb olduğu bildirildi.”


1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-11, sh. 291

2) Şezerât-üz-zeheb cild-7, sh. 204, 206

3) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 59

4) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 187, 188

5) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 401, 408, 1017

6) Kıyâmet ve Ahıret sh. 289, 290

7) Keşf-üz-zünûn sh. 53, 114, 128, 150, 152, 200, 211, 277, 290, 295, 389, 421, 484, 520, 621, 669, 743, 1105, 1118, 1132, 1150, 1179, 1194, 1323, 1497, 1617, 1699, 1799, 1803, 1859, 1910, 1952, 2028, 2042,

8) Miftâh-üs-se’âde cild-1, sh. 88, 394, 399, cild-2, sh. 55
ALFABETİK SIRA
HİCRÎ ASIRLAR