İslâm âlimlerinin önderi, gözbebeği, velîlerin baş tacı, âriflerin ışığı, tasavvuf bilgilerinin mütehassısı ve İslâmın bekçisi olan İmâm-ı Rabbânî müceddîd-i elf-i sânî Ahmed-i Fârûkî Serhendî hazretlerinin ikinci oğlu. Babası gibi büyük âlim ve velî idi. 1005 (m. 1596) senesinin Şa’bân ayında doğdu.
Ahlâkının güzelliği, faziletlerinin çokluğu, güler yüzü, yumuşak sözü, işlerinin hâlis olması ile zînetlenmişti. Tahsilini genç yaşında bitirdi. Fen ve din ilimlerinde mütehassıs oldu. Babasının gayretli çalışmaları, yardımları sayesinde, büyüklerin sevgisine ve yüksek hâllere kavuştu. Onyedi yaşında ma’nevî kemâlâta vâsıl oldu. Birçok kıymetli kitaplara ta’likler ve haşiyeler yaptı. “Mişkât-i Mesâbih”e ta’likleri çok kıymetlidir. Namazda otururken parmak kaldırmamak için, Hanefî mezhebine göre yazdığı risalesi şaheserdir. Bu eserinde parmak kaldırmamanın daha iyi olduğunu isbât etmiştir. Yüksek pederinin garîb sırlarına, acâib ma’rifetlerine mahrem idi. “Mektûbât-ı Sa’îdiyye” kitabında yüz mektûp vardır. 1070 (m. 1660) senesinin Cemâzil-âhır ayının yirmiyedinci günü vefât etti.
Babası İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki: “Muhammed Sa’îd, beş yaşında iken ağır bir hastalığa tutulmuştu. Bu hastalığın şiddetli zamanında, kendisine “Ne istersin?” diye sorulduğunda; “Hazret-i Hâce’yi isterim” dedi. (Babası, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yüksek hocası Bâkî-billah’ı kastetmişti.) Bu durumu Bâkî-billah hazretlerine arzedilince şöyle buyurdu: “Muhammed Sa’îd’in hatırı sayılır. Bir söz söyledi ve gaybî olarak bizden nisbet aldı.” Beyt:
“Beşikte iken konuşur ceddi ma’rifetinden,
Sa’îd olan bilinir hakkındaki hadîsten.”
Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Sa’îd, annesi karnında saîd (Cennetlik) olandır.”
Hâce Bâkî-billah hazretleri, İmâm-ı Rabbânî’ye yazdığı mektûbların ba’zılarında, bu oğullarını, şefkat ve merhamet ile anıp duâ ederdi. Sevdiklerinden birine, Hazret-i İmâm’ın (kuddise sirruh) medhi hakkında yazdığı bir mektûpta şöyle yazıyordu: “Daha küçük olan Ahmed’in çocukları, hepsi esrâr-ı ilâhidir. Şaşılacak, inanılmayacak kabiliyetleri, istidatları vardır.
Kısaca şecereyi tayyibedirler. Allahü teâlâ onları en güzel şekilde yarattı.” Hazret-i Hâce Bâkî-billah’ın bu şerefli sözleri, bütün oğullarının istidat ve kabiliyetlerinin, yaradılışlarının yüksek olduğunu gösteriyor, yüksek derecelere kavuştuklarını haber veriyordu. Bu Mahdûm-zâde de büyüyünce, zâhirî ilmin tahsili ile meşgûl oldu. İlminin bir kısmını, hazret-i İmâm’ın huzûrunda elde etti. Bir kısmını da ağabeyinin yanında kazandı. Ba’zı ilimleri de Şeyh Tâhir-i Lâhorî’nin yanında ikmâl eyledi. Aklî ve naklî bütün ilimlerde tam bir maharet elde etti. Bu tahsil esnasında yüksek babalarının tasarruf ve bereketli teveccühleriyle bu büyük yola bağlılığı kuvvetlendi ve yüksek hâllere kavuştu. Bütün bu zâhirî olgunlukları ve ma’nevî terakkileri onyedi yaşında ikmâl edip bitirmişti. O zamandan beri aklî ve naklî ince ilimlerde maharet, metanet, tahkîk ve tedkîk sahibi olup, dâima ders okutur, ba’zı kıymetli kitaplara ilâveler ve haşiyeler yapardı. Bunlardan biri Mişkât-ül-Mesâbih’e yaptığı ilâvelerdir. Hanefî mezhebi imamlarından alınan sağlam hadîsleri açık delîllerle, doğru şâhidlerle, en kıymetli kitaplardan alıp buraya yazmıştır. Okuyan âlimler, çok beğendiler. Onu medhedip, çok duâ eylediler. “Hayâli haşiyesi” üzerine de haşiyesi vardır. Bu eseri de çok sağlamdır. Hattâ bunda sırf kendine mahsûs sözleri de vardır. Zamanının âlimleri bu eseri okuyunca, Muhammed Sa’îd hazretlerinin son derece ince ilimlere sahip olduğunu kabûl etmişlerdir.
Münâzarada, bütün Hindistan âlimlerini susturacak ayrı bir meziyeti vardı. Muhammed Hâşim-i Keşmî bu husûsta şöyle anlattı:
“Birgün bu fakir de yanlarında idim. Âlimlerden biri kendilerinden usûl-i fıkha dâir çok zor bir mes’ele sordu. Bu soruyu, gayet açık ve geniş olarak cevaplandırdı. O âlim kulağıma eğilip, “Bu Mahdûmzâde’nin, ilimde bir eşi yoktur. Biliyor musun?” dedi.
Yine bir gece, zamanın büyüklerinden biri büyük bir meclis hazırladı. O memleketin âlimlerini, meşâyıhını ve ileri gelenlerini de da’vet ettiler. O meclisde ta’zim secdesi ve ibâdetteki secdeler hakkında çok derin ilimler ortaya döküldü. Hazret-i Mahdûmzâde Muhammed Sa’îd, azîz kardeşi Muhammed Ma’sûm ile beraber bir tarafta idi. Âlimlerin büyüklerinden kalabalık bir grup bir tarafta idiler. Her ilimde sözü en yüksek dereceye getiriyorlardı. Mecliste olanlar bunların kim olduklarını bilmek için kalkıp, yanlarına gelip, bunları seyrediyorlardı. Bu iki kardeşi tanımadıklarından, bu azîzlerin kim olduklarını soruyorlardı. Hazret-i İmâm’ın oğulları olduklarını öğrenince: “Bu vilâvet sedefinden ne için böyle hidâyet incileri zuhura gelmesin?” dediler.
Yine bu Mahdûm-zâde teşehhüdde parmak kaldırmamak hakkında Hanefî mezhebine göre, bir risale yazıp, buyurdular ki: “Evlâ olan, parmak kaldırmamaktır.” Parmak kaldırılmasının gerekli olduğunu iddia eden âlimler, risaledeki cevaplar karşısında şaşırıp kaldılar.
Hâşim-i Keşmî anlattı: “Birgün hazret-i İmâm (kuddise sirruh) bu iki kardeşin zâhirî ve bâtınî ilimlere sahip olmaları hakkında bu fakire şöyle buyurdular! “Oğlum Muhammed Sâdık, vefât edince, kendi kendime; “Zâhir ilimlerde bu kadar faziletli, kalb hâllerinde bu kadar yüksek oğlu nerede bulurum?” dedim. Allahü teâlâ ihsân ederek, bu mübârek kardeşini, yüksek ağabeyinin vekîli eyledi. Bu ihsânından dolayı Allahü teâlâya hamdü senalar olsun.”
Vaktin âlimlerinden Âsaf-ı Câhî, aklî ilimlerde derin bilgi sahibi olup, cevaplandıramadığı ba’zı mes’eleleri Muhammed Sa’îd’e arzederdi. Allahü teâlânın yardımıyla, ânında en güzel cevapları alır içi rahatlardı. Âsaf-ı Câhî zaman zaman Sultan Şah Cihan’ın huzûruna gider, Muhammed Sa’îd hazretlerini medh edip; “Şeyh Muhammed Sa’îd, Müceddîd-i elf-i sânî’nin oğludur. İlimde babası ile beraberdir” derdi. Muhammed Sa’îd ne zaman sultânın huzûrunda bulunsa, pâdişâh, ondan başkasına dînî suâl sormazdı. Hâlbuki pâdişâhın meclisinde her zaman yüksek âlimler bulunurdu.
Muhammed Sa’îd hazretleri kalb ilimlerini de, zâhir ilimler gibi yüksek babasının sohbetinden elde etti. Kemâl derecesine kavuşup, bu büyükler yolunda, talipleri yetiştirmek için babalarından hilâfet ve icâzet aldı. Talebelerin yetişmesi ve terbiyesi ile meşgûl oldu. Hattâ babaları, ömürlerinin sonuna doğru talebeler ile meşgûl olmaktan el çekip, bunları bu oğlu ve diğer oğlu Hâce Muhammed Ma’sûm hazretlerine havale ettiler. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, fıkıh bilgileri üzerinde bir mes’eleyi araştırmak isteyince, bu oğlundan sorardı. Verdiği doğru ve sağlam cevaplardan çok hoşlanırdı. Ona duâ ederdi. Bu iki oğlu hakkında; “Her kutbun iki İmâmı olur. Siz ikiniz de imamsınız” buyurdular.
Yine babası İmâm-ı Rabbânî hazretleri, onun hakkında şöyle buyurmuştur: “Muhammed Sa’îd, ulemâ-i râsihînden, derin âlimlerin önde gelenlerindendir. Allahü teâlânın halîlidir (dostudur). O’nun rahmet hazinesidir. Yarın kıyâmet günü rahmet hazînelerinin taksimi ona verilir. Şefaat makamından büyük payı vardır.”
“Tasavvuf yolunda yükselirken ve inerken, kavuştuğum her makamda Muhammed Sa’îd yanımda idi.”
İnişte, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin makamına geldiğimde gördüm ki, Muhammed Sa’îd benimle beraberdir.”
Yine buyurdu ki: “İkinizi de (Muhammed Ma’sûm ile) Vilâyet-i Ahmedî makamında buluyorum.”
“Keşf ve müşâhede hâlinde gördüm ki, kıyâmet kopmuş, Arasat meydanında toplanmışız. Ardımda eshâbımla sırat üzerindeyiz. Gördüm ki Muhammed Sa’îd önümüzden hızlı hızlı gidiyor. Defteri de sağ elindedir. Böylece Cennetin kapısına kadar geldik.”
Hazret-i Mahdûm Muhammed Sa’îd buyurdu ki: “Veba günlerinde babama büyük musibetlerin vâki’ olduğu sıralarda, ya’nî, üç gün içinde ağabeyim Hâce Muhammed Sâdık, kardeşlerimden Muhammed Ferruh, Muhammed Îsâ ve daha başka yakınları ile vefât ettiklerinde, ben de ağır hastalanmıştım. Nerdeyse ümîd kesilmişti. Hazret-i İmâm çok üzüldüler. Bu sırada bir gece Hak teâlâ tarafından kendisine öyle husûsi tecelliler ve zuhurlar oldu ki, bunların bu musibetleri unutturan ilâhî teselli ve müjdeler oldukları bildirildi.” Hazret-i İmâm buyurdular ki: “Rabbimin bu lütuf ve ihsânları arasında iken, ma’nevî bir emir geldi ki: “Muhammed Sa’îd ile Muhammed Ma’sûm’u getirin!” Getirdiler, ikisini de dizlerime oturttular. Her ikisini de yaşlanmış ve sakalları ağarmış gördüm. Bana şöyle buyuruldu ki; “Bu iki oğlunu sana bağışladım. Çok yaşayacaklardır.” Hazret-i İmâm, Hak teâlânın bu lütfundan çok memnun olup kalktılar ve müjde verdiler. Hâlbuki bu iki oğulları henüz yirmi yaşına gelmemişlerdi.
Muhammed Sa’îd buyurdu ki: “Yüksek babam vefâtından iki ay kadar önce buyurdular ki: “Çok derin sırlar bildiriliyor. Onları kime anlatayım. Siz her zaman burada olmuyorsunuz.” O günden i’tibâren dışarıdaki dersi bırakıp devamlı sohbet ve hizmetlerinde bulundum. Kimseden duyulmayan o sırları ve keşfleri dinler oldum. O günlerde bu cinsten olan ihsân ve ikramlar öncekilere kıyasla çok daha fazla idi. Bunlar gizli olup açıklamaya gelmez.”
Yüksek babamın son hastalıklarında, imameti bana verdikleri zaman, namazda İmâm olmam sebebiyle, babama ihsân edilen ve örtülmesi lâzım olan sırlar bana da akmaya başladı. Yüksek babam buyurdular ki: “Muhammed Sa’îd! Bütün bunlar senin İmâm olman ve namazda öne geçmenin bereketlendir. Senin bu yüksek ihsânlardan ve derin sırlardan nasîbin ve payın tamdır.”
Hazret-i İmâm’ın bu iki oğluna, ihsân, merhamet ve muhabbet nazarları son derece idi. Tenhâda ve kalabalıkta sırdaşı, hakîkat ve mahrem bilgilerinde muhatabı idiler. Dünyâ işlerinde emînleri, müşavirleri ve mutlak vekîlleri, ibâdet ve tâatlerinde en iyi hizmet edicileri hep bunlardı. Dünyâ ve âhıret husûsunda büyük yardımcısı Muhammed Sa’îd hazretleri idi.
Muhammed Sa’îd hazretleri saniyesini bile boşa geçirmez, birgünde yapacağı işleri önceden plânlardı. Vakitlerini şöyle taksim etmişti. Sabah namazını kılar, ardından o vakitte okunacak ve yapılacak duâ ve vazîfeleri okurdu. Sonra Allahü teâlâyı kalbinden zikrederdi. İşrak vakti gelince, işrak namazını kılardı. Sıcak zamanlarda, gecenin uykusuzluğunu gidermek için iki-üç saat istirahat eder. Sonra kalkar, abdest alır, talebeye ders verir, öğleye kadar devam ederdi. Öğle namazını vaktin evvelinde eda eder, sonra hafızdan Kur’ân-ı kerîm dinlerdi. Bitirdikten sonra, kendisi Kur’ân-ı kerîm okurdu. Ba’zan da öğle namazından önce Kur’ân-ı kerîm okur, öğleden sonra ders ile meşgûl olup, ikindiye kadar devam ederdi. Sonra yeniden abdest alıp, ikindiyi kılar ve ardından va’z ederdi. Ba’zan ikindiyi kıldıktan sonra husûsî odasına gider, akşama kadar orada kalır, akşam olunca namaz için çıkar, akşam namazını vaktin evvelinde kılardı. Sonra akşam vazîfelerini okur, evvâbin namazını kılardı. Bu namazda uzun sûreler okurdu. İmâm-ı a’zam hazretlerinin mezhebine göre yatsı vakti girince, ya’nî ufukda beyazlık kaybolunca namazını kılıp, odalarına giderdi. Soğuk mevsimlerde gecenin üçte birine kadar yatsı namazını geciktirip, öyle kılardı. Gecenin sonuna doğru teheccüde kalkardı, namazda uzun sûreler okurdu. Çoğu zaman teheccüd namazının abdesti ile sabah namazını kılardı. Her vakitte okunması bildirilen duâları okur, ayrıca vakit belirtilmemiş duâları da okurdu. Bunlarla birlikte hergün beşbin kelime-i tayyibe okurdu. Bu kadar devamlı tâat, vakitleri gözetip değerlendirme ve ibâdet, insan gücünün dışında idi. Buna rağmen, talebenin yetiştirilmesinde eshâbıyla sohbetinde, eksiklik ve kusur etmezdi. Hak tâliblerine feyz saçar, onları ilerletir, yüksek makamlara kavuştururdu. Bu yolun talibleri çok uzak memleketlerden huzûruna gelir, yüksek makamlara kavuşurlardı.
Eserlerine gelince: Hakîkatler ve ma’rifetler denizi olan pek kıymetli bir “Mektûbât’ı vardır. İçinde yüz mektûp vardır. Bu kitap mübârek kalbine akıtılmış olan ince ve gizli ilimlerle doludur. Bu eserinde buyurdu ki: “İhsânları bol olan Allahü teâlâ, kendi cezbe kemendleri ile, bizi bizden kurtarıp, kendi hakîkatine kavuştursun. Herbiri yüksek zâtına perde olan çeşitli bağlardan ve alâkalardan alıp, darlıkta ve genişlikte, zenginlikte ve fakirlikte, hastalıkta ve afiyette hep kendisiyle bulundursun.”
“Seyr ve sülûkten, ya’nî büyükler yoluna girip ilerlemekten maksad, kulluk vazîfelerini yapacak hâle gelmek, nefsini hakkıyla tanımak, kendinin muhtaç olduğunu ve sahibine ihtiyâcını bilmek, bu vesile ile de Rabbini tanımaktır.”
“Yeni evlendiğim zamanlardı. Yüksek babam ve mürşidim bana buyurdular ki: “Bu evlilikten çocukların olacak. Ama birincisi erkek olup, dört yaşına varmadan ölecek.” Gerçekten buyurdukları gibi oldu. O evlilikten beş çocuğum oldu. Birincisi erkek olup, dört yaşına varmadan vefât etti.”
Sır mahremlerinden çok güvenilir biri anlattı: Bir defa Muhammed Sa’îd hazretleri hastalandı. Hastalığı uzadıkça ağırlaştı. Zayıfladı, bitkin hâle geldi. Tabibler çare bulamadılar. Birgün hazret-i İmâm (kuddise sirruh) yolda bir kâğıt gördü, eğilip aldı. Üzerinde, Allah ism-i şerîfi yazılı idi. Onu öpüp temiz bir yere koydular. Bunun üzerine Allahü teâlâ tarafından kendilerine; “Bizim ismimizi yücelttiğin için, oğlunu sana bağışladık ve hastalığını sıhhate çevirdik” diye ilham edildi ve kısa zamanda o hastalıktan iyileşti.
Hâce Muhammed Sa’îd’in, makam, kerâmet ve harikulade hâlleri sayılamıyacak kadar çoktur. Kalblerden geçenleri bilmede, kabir hâllerini keşfde ayrı bir husûsiyeti vardı. Bir mes’ele hakkında birşey söylese, Allahü teâlâ onun hatırı için o işi söylediği gibi yaratırdı.
Hadarât-ül-Kuds müellifi, Bedreddîn Serhendî hazretleri anlatır: “Geniş bir ova gördüm. Velîler, sâlihler ve diğer insanlar oraya toplanmıştı. Hâce Muhammed Sa’îd bir taht üzerinde oturuyor ve bütün bu kalabalık, ona yüz dönmüş onu dinliyordu. Bu kalabalığın İmâmı, büyüğü ve rehberi o idi.”
Hazret-i Muhammed Sa’îd’in bağlılarından olan Vezîr Hân’ın hâmile olan hanımı, kendisine bir mektûp yazıp; “Hak teâlânın bana bir erkek evlâd vermesi için teveccüh buyurun” dedi. Hazreti Muhammed Sa’îd duâ etti ve cevâbında o hanıma; “Rahat olun, Allahü teâlâ en yakın zamanda sana bir erkek evlâd verecektir” diye yazdı. Hâmile olan o hanım, doğum yapınca, bir oğlu dünyâya geldi.
Bir kimsenin oğlu ölmek üzere idi. Oğlunu çok sevdiği için, vefâtının biraz daha gecikmesini arzu ediyordu. Bu sebeple ağlayarak Muhammed Sa’îd hazretlerinin huzûruna geldi ve; “Ey İmâm hazretleri! Allahü teâlâ Hazreti Îsâ aleyhisselâma ölüleri diriltme mu’cizesini ihsân etti. Siz de peygamberlerin aleyhimüsselâm vârislerisiniz. Oğlum şu anda ölmek üzeredir. Hâline bir teveccüh buyurmanızı istirhâm ediyorum” diye yalvardı. Muhammed Sa’îd bir müddet cevap vermedi, murâkabe ettikten sonra başlarını kaldırıp; “Oğlunun canı geri geldi, dirildi ve sağlamlaştı.” buyurdular. O kimse sevinerek evine koştu. Evde yerinden kalkamayan, konuşamayan, sekerât-ı mevt hâlindeki oğlunu, iyileşmiş bir hâlde buldu.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin oğullarına yazdığı bir mektûp aşağıdadır:
“Allahü teâlâya hamd olsun. Resûlüne salât ve selâm olsun. Kıymetli oğullarım! Siz ne kadar, bizim sohbetimizi istiyorsanız, ben de o kadar sizi görmek, sizinle konuşmak istiyorum. Fakat ne yapalım ki, bütün arzular ele geçmiyor. Mısra’:
“Rüzgar, ekseriye geminin istemediği taraftan eser.”
Bu asker arasında, isteksiz ve rağbetsiz kalmamda, büyük fâideler görüyorum. Burada bir saat kalmağı, başka yerlerde bir çok saatler kalmaktan daha iyi buluyorum. Burada öyle şeyler ele geçiyor ki, başka yerlerde bunun zerresine kavuşacağımı zannetmiyorum. Buranın ma’rifetlerinin yüksekliği başka, hâlleri ve makamları ayrıdır. Sultânın buradan ayrılmama mâni olmasında, yüksek bir kemâl kapısı ve hakîki sahibimiz olan Allahü teâlânın rızâsını buluyorum. Kendi saadetimi bu hapiste düşünüyorum. Bilhassa bu karışık günlerde, acâib muâmeleler ve bu tefrika ve fitne zamanlarında çok garîb güzellikler görüyorum. Fakat bu şaşılacak yeni ve taze ni’metlerin gün be gün akıp gelmesi karşısında oğullarımı düşünüyorum. Onlardan uzak kaldığım, onların yanında olamadığım için kalbim yanıyor, ciğerim kavruluyor. Benim istememin, sizin isteğinizden daha fazla olduğunu zannederim. Meşhûr sözdür ki: “Babanın oğlunu istediği kadar oğul babayı istemez.” Her ne kadar asâlet ve füru’ olmak, bunun aksi ise de bu böyledir.”
Muhammed Hâşim-i Keşmî anlattı: “Bir başka vakit, halvetde iken İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu fakire; “Çok daha yaşayacağımı zannetmiyorum. Bu dünyâdan göç yakın görünüyor. Muhammed Sa’îd’in bu mesnedde yerimde oturmasını istiyorum” buyurdular. Bu fakîr, onların bu sözlerini oğullarına söyledim. Tam bir tevâzu ile; “Benim gibi bir kabiliyetsiz, böyle şeylere kendimi hiçbir zaman lâyık görmüyorum. Hazret-i İmâm her nereye gitse, kardeşim Muhammed Ma’sûm’u, kendi yerine oturturlar, bana ise, ona hizmet ve uymayı emir buyururlardı. Eğer bu ümid, babamın yüksek hatırına gelmeseydi böyle buyurmazlardı. Ben şehrin dışında bulunan yüksek dedemin mezarının başında bir hücreye çekilir (ya’nî vefât edersem), bu mesnedi, o gözlerimin nûru Muhammed Ma’sûm’a havale ederim” buyurdular. Bu sözleri Muhammed Ma’sûm’a arzettim. O da ağladı ve şöyle buyurdu: “Azîz kardeşim Muhammed Sa’îd beni kendi hizmetine lâyık görmüyor. Hâllerin doğruluğuna, ihtiyâtlı olmağa, melek ahlâklı olmağa, ilmin kuvvetine ve buna benzer şeylere bakıyorum. Kendimi onların en aşağı talebesi buluyorum. Kendi saadetimi onlara hizmette görüyorum. Bu fakir bu hâdiseyi, halvette iken hazret-i İmâm’a arzettim. Çok hoşlarına gitti ve gözleri yaşardı. Bu fakire; “Görüyor musun, bu iki kardeş arasında nasıl muhabbet ve bağlılık var?” buyurdular. Onlara duâlar eylediler. Allah kabûl eylesin.”
Hâşim-i Keşmî anlattı: “Hazret-i Mahdûm-zâde Muhammed Sa’îd bu fakire anlattı: “Bir gece kendi evimde, pencereleri içerden kapayıp uyuyordum. Gecenin bir kısmı geçmişti ki, bir kimse tam kuvvetle kapıya vurdu. “Acaba bu saatte kimdir?” diye hayret ettim. Her ne kadar; “Kim var orada?” deyip bağırdıysam da cevap vermedi. Kapının yanına gelip, kapıyı açmak istedim. O kimse kapıyı kendi tarafına çekti. Ben de bana doğru çektim. Bu esnada hazret-i İmâm’ın sesini duydum. Bana; “Muhammed Sa’îd hazır ol!” buyurdular. Onların sesi gelir gelmez, o kapıda olan kayboldu. Daha sonra babamın huzûruna gidince, daha ben olayı anlatmadan; “Bu gece senin evine cin girip sana eziyet vermek istedi. Bunu farkettim, bağırdım ve onu kovdum” buyurdular.” Buna temasla, hazret-i İmâm’ın yüksek talebelerinden bir kısmı, onların mübârek dillerinden naklederek şöyle anlattılar: “Bir gece evimde, uyumak için yattım. Tam gözlerim dalıp, uykuya dalarken, bir cinin bana te’sîr ve tasarruf etmek istediğini anladım. “La havle velâ kuvvete illâ billâh...” mübârek kelimesini okudum. Bu kelime ağzımdan çıkar çıkmaz meleklerin gelip, o cini parça parça ettiklerini, yanında olanları etrâfımdan koğduklarını ve filân yere götürdüklerini gördüm.” Bu hâdiseyi anlatan; “Aynı gün o yerden cinlerin musibetine uğrayan bir şahıs getirdiler” dedi.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Hadarât-ül-Kuds sh. 234
2) Umdet-ül-makâmât sh. 226
3) Zübdet-ül-makâmât sh. 308
4) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1046
5) Rehber Ansiklopedisi cild-12, sh. 298