Hindistan’da yetişen Çeştiyye evliyâsının büyüklerinden. Nasîruddîn Mahmûd, Nizâmüddîn Evliyâ’dan gelen Çeştiyye yolunun son halîfesidir. Hazînet-ül-evliyâ adlı eserde, İmâm-ı Hüseyn soyundan olduğu yazılıdır. Diğer kaynaklarda ise, Ömer bin Hattâb’ın ( radıyallahü anh ) soyundan olduğu bildirilmektedir. Nasîruddîn Mahmûd’un doğum yeri hakkında da değişik rivâyetler vardır. Hindistan’ın Uttar Pradeş eyaletindeki Ayodin veya Bara Banki’de doğduğu sanılmaktadır. Nasîruddîn Mahmûd, 757 (m. 1356) senesi Ramazân-ı şerîf ayının onsekizinde vefât etti.
Nasîruddîn Mahmûd, dokuz yaşında iken babasını kaybetti. Yetiştirilmesi, annesinin üzerine kaldı. Nasîruddîn Mahmûd, küçük yaştan i’tibâren ma’nevî ilimlere ve dînî vecîbelere ilgi duyar, namazlarını cemâatle ve vaktinde kılmaya titizlikle dikkat ederdi. Nasîruddîn Mahmûd, Hayr-ül-mecâlis’e göre Kâdı Muhyiddîn Kâşânî’den “Bezûdî” adlı eseri okudu. Siyer-ül-evliyâ’ya göre ise Bezûdî ve Hidâye adlı eserleri Allâme Kerîm Şirvânî’den okudu. Allâme Kerîm Şirvânî’nin vefâtından sonra, Mevlânâ İftihârüddîn Muhammed Geylânî’den ilim öğrendi. 25 yaşında, Avaz ormanlarında sekiz yıl beraberce uzlete çekildikleri arkadaşı ile nefsine karşı mücâdeleye başladı. Bu zaman zarfında gündüzleri oruç tuttu ve iftarını ormandaki otlarla yaptı. 43 yaşında iken Dehlî’ye gitti ve Nizâmüddîn Evliyâ hazretlerinin talebeleri arasına katıldı.
Birgün Nizâmüddîn Evliyâ, dergâhının üst katındaki odasından inerken, bir ağaç gölgesinde, ümitsiz bir vaziyette duran Nasîruddîn Mahmûd’u fark etti. Yanına çağırtıp, onun hâlini ve hatırını sordu. Kendini tanıttıktan sonra, Nasîruddîn Mahmûd; “Efendim, buraya sâlihlerin ve velîlerin ayakkabılarını giymelerine yardım etmek için geldim” dedi. Bu tek cümle, onun mütevâzi karakterini ve ma’nevî yükselmeye müsait olmasını ortaya koyduğu gibi, Nizâmüddîn Evliyâ’nın himmetini kazanmasına yetti. Nizâmüddîn Evliyâ, kendi hocası ile arasında geçen bir olayı hatırladı ve ona bunu şöyle anlattı: “Ben, hocam Ferîdüddîn Genc-i Şeker’in yanında bulunduğum zaman, birgün Ecvedehn’deki ders arkadaşlarımdan biri bana geldi ve beni, yamalı, eski bir elbise ile görünce; “Nizâmüddîn, senin buraya gelmen ne kadar oldu ki bu hâldesin? Bu şehirde ilim okutsan, dünyalık bakımından bir sıkıntılı olmaz” dedi. Ben, onun bu sözüne hiç cevap vermedim ve oradan ayrılarak, doğruca hocamın huzûruna gittim. Hocam bana; “Nizâmüddîn eğer arkadaşlarından bir kimse gelir ve sana; “Senin bungünkü hâlin nedir?” Rahatlık ve bolluk olan ilim öğretmeyi niçin terk eyledin?” derse, ne cevap verirsin” buyurdu. Ben de; “Siz ne emrederseniz, onu söylerim” dedim. Bunun üzerine şöyle buyurdu:
“Gittiğim yoldan git demen, arkadaşlık değildir.
Mutluluk sana olsun, benim boynum eğiktir.”
Sonra yemek hazırlanmasını emr buyurdu. Yemek hazırlanınca bana; “Nizâmüddîn, bu sofrayı başına al, o arkadaşının olduğu yere götür” buyurdu. Ben de söylenileni yaptım. O arkadaşım bu hâle şaşırarak; “Bu sohbet ve bu hâl sana mübârek olsun” dedi.” Hocası ile arasında geçen olayı anlattıktan sonra, Nizâmüddîn Evliyâ ona, riyâzet ve mücâhedede bulunmasını emretti. Nasîruddîn Mahmûd, bu sırada günlerce birşey yemezdi.
Nasîruddîn Mahmûd’un hocasına bağlılığı şöyle anlatılır: “Birgün Hâce Behâüddîn Zekeriyyâ’nın talebelerinden Hâce Muhammed Gazârûnî, Nizâmüddîn Evliyâ’nın dergâhında misâfir olarak bulunuyor idi. Bir gece Muhammed Gazârûnî teheccüd namazı için uyanmış ve paltosunu mescide bırakıp, abdest almaya gitmişti. Fakat dönüşte paltosunu yerinde bulamadı ve kızgınlıkla bağırmaya başladı. Nasîruddîn Mahmûd bu gürültüden şaşkına dönüp, gecenin bu ilerlemiş saatinde Nizâmüddîn Evliyâ’nın bu seslerden rahatsız olacağını düşünerek, Muhammed Gazârûnî’nin kızgınlığının geçmesi için, hemen paltosunu çıkarıp ona verdi. Ertesi sabah, olup bitenler Nizâmüddîn Evliyâ’ya anlatılınca, Nasîruddîn Mahmûd’u yanına çağırdı ve ona yeni bir elbise hediye ederek, duâ etti.”
Nasîruddîn Mahmûd, bir süre hocasının yanında kaldıktan sonra, izin alarak annesinin yanına gitti. Fakat orada, hayranlarının çokluğundan vazîfelerini yapamaz hâle geldi. Bu durumu, Emîr Hüsrev vasıtasıyla hocasına arz etti. İnsanlardan uzaklaşmak ve ormana gitmek için müsâade istedi. Nizâmüddîn Evliyâ ona şu haberi gönderdi: “Allahü teâlânın kulları arasında kalmalı ve onların sıkıntılarına sabır ve müsamaha göstermelisin. Bunun mükâfatını göreceksin. Her insan, bir işe uygun olarak yaratılmıştır. O yüzden, talebelerimin ba’zısının sessiz oturmalarını, kapılarını dünyâya kapamalarını öğretirken, ba’zılarının dünyâya düşkün insanlar arasında kalmalarını, sıkıntılarına tahammül etmelerini, onlarla iyi geçinmelerini tavsiye ederim. Zîrâ bu, Peygamberlerin ve velîlerin yoludur.” Nasîruddîn Mahmûd, bu emir üzerine Avaz’da insanlar arasında kalmaya devam etti. Zaman zaman hocasını ziyârete ve ondan feyz almaya Dehlî’ye giderdi. Annesinin vefâtından sonra Avaz’dan ayrıldı ve hocasının dergâhında ikâmet etmeye başladı. Hocası Nizâmüddîn Evliyâ’nın vefâtından sonra ise, bugün kabrinin bulunduğu ve Çirâğ-ı Dehlî olarak bilinen mahalle yerleşti.
Nasîruddîn Mahmûd, fakirlik içinde yaşardı. Üst üste hiçbir şey yemeden, iki gün oruç tuttuğu olurdu. Kendisini ziyârete gelen olduğunda, hocasının kıymetli cübbesini giyer, onları öyle karşılardı. Onlar gidince cübbeyi çıkarır, eski elbiselerini tekrar giyerdi. Hâli ve vakti iyi olduğu zamanlarda, kendisi hergün oruçlu olur, misâfirlerine ve talebelerine lezzetli yemekler ikram ederdi. Misâfirlerine bizzat hizmet etmekten zevk duyar ve onlar yerken tatlı tatlı anlatırdı. Birgün sofrada şöyle buyurdu: “Yemek sırasında insan, Allahü teâlânın kendisini gördüğünü düşünmeli, O’nun rızâsı için yemeli ve yemekten aldığı enerjiyi, Allahü teâlânın rızâsına hasretmelidir.”
Birgün yine Nasîruddîn Mahmûd, lezzetli yemeklerle bir ziyâfet veriyordu. Bu ziyâfet sırasında şu hikâyeyi anlattı: “Derviş’in biri, Şeyh Ebû Sa’îd hazretlerini görmeye gitmişti. Şeyhin debdebeli çadırını, ipekten iplerini, altından kazıklarını gören derviş şaşkına döndü. Şeyh Ebû Sa’îd gibi büyük bir velînin, bu lüksünü anlıyamadı. Ebû Sa’îd hazretleri, dervişin aklından geçenleri anlayıp, durumu şöyle açıkladı: “Ey Derviş, çadırımızın bu altın çubuklarını kalbimize çakmadık, onları yere çaktık. Bu dünyâ, senin gölgene benzer, yüzünü güneşe dönersen, gölgen arkada kalır. Eğer sırtını güneşe dönersen, güneş arkada kalır.”
Nasîruddîn Mahmûd’a Çırağ lakabının verilmesi şöyle anlatılır: “Nizâmüddîn Evliyâ’nın dergâhında, birçok ileri gelen âlimler toplanmıştı. Nasîruddîn Mahmûd, toplantıya biraz geç gelmişti. Nizâmüddîn Evliyâ ona yer göstererek, oturmasını söyledi. Nasîruddîn Mahmûd ise; “Efendim, oturursam, bu muhterem cemâate sırtımı dönmüş olurum” dedi. Bunun üzerine Nizâmüddîn Evliyâ; “Çırağın (kandilin) önü, ardı yoktur” buyurdu. Ya’nî lâmbanın ne yüzü, ne de arkası vardır. O, ışıklarını her yöne saçar. O zamandan sonra Nasîruddîn Mahmûd, bütün talebeler arasında “Çırağ” adıyla anılır oldu. Bu lakabı ile de meşhûr oldu.
Diğer bir rivâyet ise şöyledir. “Nizâmüddîn Evliyâ’nın dergâhının su ihtiyâcını karşılayacak bir sarnıç inşâ edilmekte idi. Gece yapılan bu işi aksatmak için, Sultan Gıyâsüddîn Tuglak, yağ gönderilmesini durdurdu. Bunun üzerine Nizâmüddîn Evliyâ’nın emri ile Nasîruddîn Mahmûd dereden su getirip, kandillere koydu. Su, yağ gibi yandı. Bundan sonra ona Çırağ lakabı verildi.”
Şöyle anlatılır: “Hâce Kıvâmüddîn, Nasîruddîn Mahmûd’un talebelerinden idi. Sultânın hizmetinde bulunuyordu. Bir müddet sonra önemli bir sebep olmadan saraydaki vazîfesinden atılmıştı, işsiz kalınca, arkadaşları, akrabaları ve yakınları ondan yüz çevirdiler. Pazara eşyasını satmaya çıktığında, kimse alıcı olmadı. Sonunda çaresiz kalıp, yardım istemek için hocasına gitti. Daha sıkıntısını dile getirmeden Nasîruddîn Mahmûd cevap olarak şu kıt’ayı okudu:
“Dünyâ fânidir, ondan vazgeçmek iyidir.
Az veya çok, rızkın ne ise, yaradandan gelir.
Malını almıyorlarsa, satmamak daha iyidir.
Eğer seni dinlemezlerse susmak daha iyidir.”
Şöyle anlatılır: “Birgün Nasîruddîn Mahmûd’u, Dehlî Sultanı zorla Tedted tarafına götürdü. Nârnûl yoluna girdiler. Nânûl’a yaklaşınca Nasîruddîn Mahmûd bineğinden indi ve şeyh Muhammed Türk’ün türbesine yöneldi. Bahçenin içinde kabre karşı bir taş vardı. Bir süre o taşa doğru ayakta durdu. Sonra Muhammed Türk’ün kabrine yöneldi ve ziyâret etti. Ziyâret bitince, orada, bulunanlar ona; “Önce taşa dönmenizin sırrı ne idi?” diye sordular, o da; “Ben Resûl-i ekremin ( aleyhisselâm ) rûhaniyetini bu taşın üstünde gördüm ve gördüğüm müddetçe oraya baktım. Resûl-i ekremin ( aleyhisselâm ) rûhaniyeti oradan kaybolunca, Şeyhin türbesine girdim” diye cevap verdi. Bundan sonra Nasîruddîn Mahmûd bir müddet murâkabeye daldı. Sonunda başını kaldırıp; “Kimin zor bir işi olursa, gelsin bu türbeye yönelsin. Umulur ki, zorluğu kolayca hallolur” buyurdu. Orada bulunanlardan biri; “Bugün siz bir zorlukla mı karşılaşmıştınız?” diye sorunca; “İşte bunun için söylüyorum. Hak teâlâ, benim müşkilâtımı, bu zâtın bereketiyle kolay eyledi” buyurdu. Nâmûl’dan üç konak gitmemişti ki, sultan hal edildi ve Nasîruddîn Mahmûd rahatça Dehlî’ye döndü.”
Nasîruddîn Mahmûd’un vefâtı yaklaştığı sırada, en sevdiği talebesi Mevlânâ Zeynüddîn Ali, hocasının yerine ma’nevî bir halef ta’yin edilmesi zarûretini hissederek, hocasına şu şekilde arzetti: “Efendim! Talebeleriniz arasında birkaç kıymetli olan vardır. Onlardan birini ma’nevî halifeniz olarak ta’yin ederseniz, bu yolun eski âdet ve gelenekleri şimdiye kadar olduğu gibi devam etmiş olur.” Bu teklif üzerine Nasîruddîn Mahmûd, Mevlânâ Zeynüddîn’den bu vazîfe için uygun bulduğu talebelerin listesini kendisine getirmesini istedi. Mevlânâ Zeynüddîn Ali, hocasının o zamanki talebelerinden birinci, ikinci ve üçüncü derece olarak üç sınıf hâlinde seçip hazırladığı listeyi hocasına arzetti. Bu isimleri gözden geçirdikten sonra, Nasîruddîn Mahmûd; “Şüphesiz bunlar, dînini sevenlerdir. Fakat korkarım ki, hiçbirisi diğerinin yükünü omuzlarında taşıyamazlar” buyurdu. Bu açıkça, verilen listeye “Hayır” ma’nâsında bir cevaptı. Daha sonra, hocasından kendisine geçen bu yolun emânetlerini de kendisi ile gömülmesini istedi.”
Nasîruddîn Mahmûd’a, “Dervişlerin hâli nedendir ve nasıldır?” diye sorulunca, buyurdu ki: “Hâl, doğru amellerin neticesindendir. Amel iki kısımdır. Biri beden ile olan amel olup; herkesin ma’lûmudur. Diğeri kalbin amelidir. Buna murâkabe derler. Murâkabe, kalbinde Allahü teâlânın seni gördüğü ve sana baktığı düşüncesini dâima bulundurmandır. Önce nûrlar, rûhlara inerler. Sonra onun eseri kalblerde, ondan sonra bedende zâhir olur. Beden, kalbe tâbidir. Kalb harekete gelince, beden de hareketlenir. Eğer derviş aç uyur, gece yarısında kalkar ibâdetle meşgûl olur ve kalbi hiçbir şeye bağlamaz ise, nûrların rûhlara inişini müşâhede eder. İsterse şimdi bir kimse gitsin kalbinden bütün düşünceleri çıkarsın, mücâhedeyi seçsin bu hâller ona hâsıl olur. Bunda şüphe yoktur.” Sonra şu beyti okudu: “Eğer kusur varsa, oluyor gözden. Yoksa, yârim gizli değil kimseden.”
Sultânın me’mûrlarından olan bir talebesine buyurdu ki: “Bilmelisin ki, evindeki atların, hizmetçilerin, dinarların ve dirhemlerin birgün senden alınacak. O hâlde, ilâhî irâde ile elinden alınacak şeyler için niye endişe ediyorsun? Onlar için endişe etmek faydasız değil mi? Ebedi olan şeyler için endişe etmelisin. Gözlerimizin önünden kimlerin geçtiğini ve onlardan kaç tanesinin göçüp gittiğini iyice düşünmelisin. Onlar bizden öndeydiler ve bizden önden gittiler.”
Bir kimsenin mesleğini ve Kur’ân-ı kerîmi ezberlemiş olduğunu görünce, buyurdu ki: “Bir kimse evde veya çalışırken veya dolaşırken Kur’ân-ı kerîmi okursa, onun işi ve mesleği ona bir mâni teşkil etmez. Aslında o bir sûfîdir.” Daha sonra Şeyh Sa’dî’nin şu beytini okudu:
“İlâhî âşıkların muradı, elbiselerin dış görüşünde değildir. Sultânın hizmetinde bile olsan yine de sûfi olabilirsin.”
Nasîruddîn Mahmûd buyurdu ki: “Tâlib, Hak yoluna girdiği zaman, kollarını sığamalı, paçalarını kıvırmalı ve saçını tıraş etmelidir. Kollarını sıvaması, Allahü teâlâdan başka kimseden yardım istememesi için kollarını kesmesi demektir. Paçalarını kıvırması, kötü ve kötülük tehlikesi olan yerlere gitmemesi için ayaklarını kesmesi ma’nâsına gelir. Başını tıraş etmesi ise ilâhî aşk yolunda ondan İslâm dinine karşı hiçbir şey çıkmaması demektir.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Ahbâr-ül-ahyâr sh. 86
2) The big five of India in Sufism sh. 178