Hadîs ve kelâm âlimlerinin büyüklerinden. İsmi, Necmüddîn Ebû Hafs Ömer bin Muhammed’dir. 461 (m. 1069)’de İran’ın Fâris vilâyetindeki Nesef kasabasında doğdu. Hanefî mezhebinde İmâm idi. Kelâm, tefsîr, hadîs, fıkıh, nahiv âlimi olup hafız idi. Fıkıh ilmini, Sadr-ül-İslâm Ebû Yüsr Muhammed Pezdevî’den aldı. O da Ya’kûb Yûsuf-i Seyyârî’den, o da İbn-i Sema’a ile İmâm-ı Ebû Yûsuf’a ulaşır. Diğer ilimleri de pekçok âlimlerden öğrendi. İlminin çokluğu ve cinlere de fetvâ vermesinden dolayı, kendisine “Müftî-yüs-sekaleyn” ünvanı verildi. Zekâsı ve hafızası çok kuvvetli idi. Kendisinden, oğlu Mecd-i Nesefî, Ebü’l-Leys Ahmed fıkıh ilmini öğrendi. Ebû Bekr Ahmed Belhî, Burhâneddîn Mergınânî de Ömer Nesefî’den ilim tahsil edenlerdendir. İnsanların kurtuluşa, saadete kavuşması için çok uğraşmış, yüze yakın eser yazmıştır. Bunların en meşhûrları “Akâid-i Nesefî”, “Zâhire” “Tefsîr-i Teysir”, “Erba’în-i Selmânî”, “Târih-i Buhârâ”, “Kitâb-ül-meşârî”, “Kitâb-ül-Kand fî ulemâ-i Semerkand”dır. 537 (m. 1142)’de Semerkand’da vefât etti.
Ömer Nesefî, alış-veriş ilminin ehemmiyetini kitaplarında şöyle bildirmektedir: Dînini iyi öğrenen bir müslüman, haram işlemeden ve faiz felâketine düşmeden, her çeşit ticâreti yaparak helâl mal kazanır. Helâl ve bereketli kazancı ile millete ve memlekete çok faydalı olur. İmâm-ı a’zamın ( radıyallahü anh ) talebesi İmâm-ı Muhammed Şeybânî’ye sordular, “Efendim! Mütehassıs olduğunuz tasavvuf bilgisinde bir kitap yazdınız mı?” Cevap olarak buyurdu ki: “Zühd ve takvâ, dünyâya meyl etmemek, haram ve şüphelilerden kaçmak; ancak bütün işlerde dînin emirlerini yapıp, yasaklarından kaçınmakla, doğru bir alış-veriş, bâtıl, fâsid ve mekrûh sözleşmelerden sakınmakla elde edilebilir. Bunlar da, fıkıh kitaplarından öğrenilir. Alış-veriş ve başka sözleşmeler yapacak kimsenin, bunların sahîh ve helâl olması şartlarını öğrenmesi lâzımdır. Bunun için, bu işlerin ilmihâlini öğrenmek, her mükellefe farz-ı ayndır. Bu farzın yerine getirilmesi için, bey’ ve şirâ kitabını yazdım” buyurdu.
Satışdaki ve ödünç vermedeki faizi iyi anlamak için, Ömer Nesefî’nin (Erba’în-i Selmânî) adındaki kitabında bulunan otuzüç misâl çok önemli olup, şunlardır:
1- Kile ile satılan birşey, kendi cinsine [meselâ buğdayı buğdaya] peşin satılırken, birinin hacmi ziyâde olursa, faiz olur.
2- Hacimleri müsavî, fakat biri veresiye [ya’nî söz kesilen yerden ayrılıncaya kadar te’ayyün etmez] ise, yine faiz olur.
3- Tartarak satılan birşey, kendi cinsine [meselâ beşibiryerdeyi, altın liralar karşılığı] peşin satılırken, verilen ile alınanın ağırlığı müsâvî olmazsa, faiz olur.
4- Veznleri (ağırlıkları) müsâvî, fakat biri veresiye ise, faiz olur. Vezn veya hacimleri müsâvî olmıyan peşin satışda, faizden kurtulmak için, vezni veya hacmi az olan malın yanına, aynı cinsten olmıyan, başka az birşey de ilâve edip, iki şey bir arada iken, pazarlık etmelidir. Böylece faizden kurtulunur ise de, ilâve edilen şeyin kıymeti az ise, harama yakın mekrûh olur. O şeyi, pazarlıktan sonra ilâve ederse caiz olmaz.
5- Kile ile satılan şeylerden, aynı cinsten olmıyanlar, birbiri ile [meselâ arpayı buğdaya] satılırken, hacimleri aynı olsa da, veresiye satmak, ribâ [ya’nî faiz] olup, hacimleri farklı olsa da, her ikisi peşin caizdir.
6- Tartılarak satılan şeylerden aynı cinsden olmıyanlar, birbiri ile [altın, gümüş ile] satılırken, ağırlıkları eşit olsa da, biri veresiye olunca faiz olur. Ağırlıkları farklı olsa da, ikisi peşin [eline teslim etmek] caiz olur. Altınlı ve gümüşlü eşyayı, birbiri karşılığı veresiye satmak faiz olur.
7-Vezn ile ve kile ile ölçülen ve ölçülmeyen herşey, kendi cinsi ile, veresiye satılınca, mikdârı aynı olsa da, faiz olur.
8-Kile ile veya vezn ile ölçülen birşeyi, kendi cinsi karşılığı, ölçmeden topdan satmak faiz olur. Mikdârları müsâvî ise de, faiz olur. Çünkü, böyle şeylerin satışında, söz kesilirken, ölçülerek, mikdârlarının aynı olduğunu bilmek, bey’in sahîh olması için, şarttır.
9-Birkaç kimse arasında müşterek olan, kile veya vezn ile ölçülen bir malı, ölçmeden paylaşmak faiz olur. Herbiri, kendi payında bulunan diğerinin mülkünü, diğerinde kalan kendi mülkü ile değiştirmiş olur. Ya’nî bunları birbirlerine ölçmeden satmış olurlar. Biri diğerlerine bir defter, ikincisi bir mendil gibi şeyler de verip helâllaşmalıdırlar.
10- Hacim ile veya vezn ile ölçülen bir malı, ölçmeden ödünç vermek ve almak faiz olur.
11- Başaktaki buğdayı, buğday ile, müsâvî mikdârda dahî satmak faiz olur.
12- Başaktaki buğdayı, başaktaki buğdaya aynı mikdârda dahî satmak faiz olur. Çünkü, buğdayları başaksız ölçmek lâzımdır.
13- Ağaçdaki meyveyi, kopmuş aynı meyveye satmak faiz olur.
14- Ağaçdaki meyveyi, ağaçtaki aynı meyve ile satmak faiz olur.
15- Buğdayı, buğday ununa ve kavrulmuş buğdaya, aynı hacimde dahî satmak faiz olur. Çünkü, buğdaydan, aynı hacimde un hâsıl olmaz.
16- Unu ve buğdayı, ekmeğe satmak faiz olmaz. Çünkü ekmek, başka cinsten olmuştur ve sayı ile ölçülür.
17- Menşe’leri veya kullanış yerleri aynı olmıyan veya insanlar tarafından sıfatları değiştirilen şeyler, aynı cinsden değildir. Meselâ hurma sirkesi ile üzüm sirkesi ve koyun eti ile sığır eti ve sütleri ve koyun yünü ile keçi kılı ve buğday ile ekmek aynı cinsten değildirler. Keçi ve koyun eti ve sütleri, faiz bakımından aynı cinstendir.
18- İmâm-ı Muhammed’e göre, ekmeği adet ile ve vezn ile ödünç vermek faiz olmaz, İmâm-ı Ebû Yûsuf’a göre yalnız tartı ile faiz olmaz.
19- Susam, zeytin, ceviz, gibi, yağ çıkarılan cisimler, kendi yağları ile satıldığı zaman, yağ, cisimdeki yağ mikdârından ziyâde ise caizdir ve yağın aynı mikdârı yağ karşılığı olup, ziyâdesi posa karşılığı olur. Ziyâde değilse, az veya müsâvî ise veya belli değilse faiz olur.
20- Üzümü, şırası karşılığı ve koyunu yünü karşılığı ve meyveli ağacı aynı meyve karşılığı ve ekilmiş toprağı, çıplak toprak karşılığı ve başakta yetişmiş buğdayı, yetişmemiş buğday karşılığı, taşlı küpeyi taşsız küpe karşılığı, altınlı kılıncı veya kemeri altınsız aynı kılınç ve kemer karşılığı ve kabuklu pirinci kabuksuz pirinç ile satmak da, müsâvî veya az ise faiz olur.
21- Bir malı, kendisi veya vekîli, meselâ on liraya satıp, müşteriye teslîm ettikden sonra, parayı teslim almadan, malı müşteriden, meselâ dokuz liraya geri satın almak faiz olur. Parayı tamam alınca, satın alabilir.
Bir malı sattıktan sonra, parasının hepsini tamam teslim almadan, o mal ile birlikte başka birşeyi, aynı fiyatla geri satın almak faiz olur. Çünkü, aynı fiyatın bir kısmı, o başka şey için olup, o malı daha ucuza almış olur ve faiz olur. O başka şeyi alması ise caizdir.
22- Bir malı, meselâ iki ay sonra teslîm etmek üzere sattıktan sonra, noksan olarak, daha önce vermeği kararlaştırmak faiz olur.
23- İki kişi, birer çuval buğdayı, hacmini ölçmeden, karıştırıp un yaptırdıkdan sonra, unu ikiye taksim etmeği kararlaştırmak faiz olur.
24- Unları karıştırıp, ekmek yaparak ekmeği ikiye bölmek de faiz olur. Unların hacmini önceden ölçmek lâzım idi.
25- Cevizleri veya bademleri yahut zeytinleri ölçmeden karıştırıp, yağ çıkardıktan sonra yağı taksim etmek de faiz olur.
26- İki kişinin müşterek bir ineği olsa, sütü birgün senin, birgün benim diye taksim etseler, faiz olur.
27- İki kişi, meselâ bir öküz veya bir at veya bir otomobil veya bir dükkân veya tarlalarını veya tezgâhlarını, herbiri kullanmak üzere, mu’ayyen bir zaman için değişseler faiz olur.
28- İçinde oturmak şartı ile bir evi, ekmek şartı ile tarlayı, kendi kullanmak şartı ile bir otomobili borçludan rehin istemek faiz olur. Çünkü, rehin alınırken, bunu kullanmağı şart etmek, rehinde faiz olur.
29- Birşeyi ucuz satın almak veya ona pahalı satmak şartı ile ödünç vermek faizdir.
30- Mahsûlün yarıdan fazlasına ortak olmak şartı ile, köylüye para veya tohum veya toprak verip onu çalıştırmak veya ona ödünç vererek tarlasını alıp işletip, mahsûlün yarıdan azını ona bırakmak faiz olur. Çünkü, kira mikdârının belli olması ve ödünç verilen malın aynı mikdârda benzerinin ödenmesi lâzımdır.
31- Az ücretle çalıştırmak, ondan hediye almak, ziyâfet istemek üzere ödünç vermek faiz olur.
32- Birşeyi, aldatarak pahalı satmak veya ucuz almak da faiz olur.
33- Satılan şeyin ayıbını ve satın alınan şeyin kıymetini gizlemek faiz olur.
İmâm-ı Nesefî, Kur’ân-ı kerîmi tefsîr edenlerle ilgili olarak da “Akâid” isimli kitabında buyurdu ki: “Kendi aklı ve görüşleri ile bozuk tefsîrler yapanlar beş türlüdür:
1- Tefsîr için lâzım olan bilgileri bilmiyen câhillerdir.
2- Müteşâbih âyetleri tefsîr edenlerdir.
3- Sapık fırkalardakilerin ve Dinde reformcuların, bozuk düşünce ve isteklerine uygun tefsîr yapanlardır.
4- Delîl ve sened ile iyi anlamadan tefsîr yapanlardır.
5- Nefse ve şeytana uyarak yanlış tefsîr yapanlardır.”
Necmüddîn Ömer Nesefî, “Mecma’ul-ulûm” kitabında Ehl-i sünnet ve cemâat mezhebini anlatırken buyuruyor ki:
Allahü teâlânın bütün sıfatlarının ezelî ve ebedî olduğuna inanmalıdır. Nasıl olduğunu araştırmamalı, düşünmemelidir. İşleri Allahü teâlânın irâde ve takdîri ile bilmeli, kulluk vazîfelerinden el çekmemelidir. Resûlullahın ( aleyhisselâm ) Eshâbının (r.anhüm) hepsini sevmeli ve Ehl-i beytine dil uzatmamalıdır. Ne kadar iyi olunursa olunsun, Allahü teâlâdan korkmalı, ne kadar günahkâr olunursa olunsun, Allahü teâlâdan ümid kesmemelidir. Bunların yanı sıra şu on şeye inanmak, Ehl-i sünnet olmanın şartlandır: 1. Kur’ân-ı kerîmin Allahü teâlânın kelâmı olduğuna inanmalıdır. 2. Kendi imânında şüphe etmemelidir. 3. Resûlullahın ( aleyhisselâm ) Eshâbından hiç birine dil uzatmamalı ve kötülememelidir. Peygamber efendimizden sonra Ebû Bekr-i Sıddîk’i ( radıyallahü anh ) hak halîfe bilmelidir. Ondan sonra Ömer-ül-Fârûk’u ( radıyallahü anh ), sonra Osmân-ı Zinnûreyn’i ( radıyallahü anh ), sonra Ali bin Ebî Tâlib’i ( radıyallahü anh ) sırası ile hak halîfe bilmelidir. Eshâb-ı Kirâmdan hiçbirine düşman olmamalı ve saygısızlıkta bulunmamalıdır. Çünkü onlara düşmanlık edenin îmânlarının gitme tehlikesi vardır. Nitekim Ebû Ali Dekkak ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Her insanın üçyüzaltmış damarı vardır. Eğer üçyüzellidokuz damarı Peygamber efendimizin, Eshâb-ı kirâmına (r.anhüm) muhabbet, bir tanesi Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) Eshâbından birine düşmanlık, sevgisizlik üzere bulunsa, ölüm zamanında emir gelir ve canını o bir damardan alırlar. Bunun bozukluğu sebebiyle dünyâdan imansız gider.” Allahü teâlâ bizi bundan korusun. O hâlde Eshâb-ı Kirâma düşman olmaktan çok sakınmak lâzımdır. 4. Mü’minlerin âhırette Allahü teâlâyı göreceklerine inanmalıdır. 5. Devlet reîsine isyan etmemeli, onun veya ta’yin ettiği kimsenin arkasında Cum’a namazı kılmanın hak olduğunu bilmeli ve devlet başkanına duâ etmelidir. 6. Her müslümanın arkasında namaz kılmalıdır. (Ancak Ehl-i sünnet i’tikâdında olmayan, haramlardan sakınmayan, reformcu, bozuk i’tikâdlı, istincâ ve istibrâya dikkat etmiyen, bunun gibi îmâna, gusle, abdeste âit husûslarda akâid ve fıkıh âlimlerine uymayan birisine, namazda uymak doğru değildir.) 7. Müslümanın cenâze namazının kılınacağını hak bilmelidir. 8. Bir müslümana günah işlemekle kâfir oldu dememelidir. 9. Mest üzerine meshin dinden olduğunu kabûl etmelidir. 10. İyilik ve kötülüğün, Allahü teâlânın takdîri ile olduğuna inanmalıdır.
Bu sayılan on şeye uyulursa, Ehl-i sünnet ve cemâat, ya’nî kurtuluş fırkasından olunmuş olur.
Ömer Nesefî, “Akâid” isimli kitabında buyuruyor ki: Kulların ihtiyârî fiilleri (kendi isteğiyle yaptığı hareketleri) vardır. Bununla sevâb ve günah edinirler, iyiliklerden Allahü teâlâ râzıdır. Kula bu irâde ve ihtiyâr, ya’nî yapma isteği ve seçim hakkı verilmiş iken, “Kul hiçbir şey yapmıyor, yapılan işte kulun hiçbir kesbi yoktur, hepsini Allahü teâlâ yapıyor demek” Cebriyye bozuk fırkasının i’tikâdıdır. “İşin hepsini kul yapıyor deyip, işi ve yaratmayı Allahü teâlâdan görmemek” Mu’tezilî bozuk fırkasının i’tikâdı, inanışıdır. İş ve teşebbüs kuldan, takdîr ve yaratmak Allahü teâlâdandır.
Haram da rızıktır. Fakat Allahü teâlâ, helâlden istemek, kazanmak ve helâlden yemekden râzıdır. Herkes, helâl veya haram olan kendi rızkını yer. “Bir kimse kendi rızkını yiyemez, yahut başkasının rızkını yiyebilir” demek yanlıştır.
Âlemlerin yaratıcısı Allahü teâlâdır. O birdir. “Hay” diri, “Alîm” bilici, “Kâdir” gücü yetici, “Mürîd” dileyici, “Semî’” işitici, “Basîr” görücü ve “Mütekellim” söyleyici, “Hâlık” yaratıcıdır. Dünyâ âleminde ve âhıret âleminde bulunan herşeyi, maddesiz, zamansız ve benzersiz olarak yoktan var eden, ancak Allahü teâlâdır diye kesin inanmaktır. Her varlığın yaratanı, sahibi, hâkimi O’dur. O’nun hâkimi, âmiri, üstünü yoktur, diyerek inanmak lâzımdır. Her üstünlük, her kemâl sıfat O’nundur. O’nda, hiçbir kusur, hiçbir noksan sıfat yoktur. Dilediğini yapabilir. Yaptıkları, kendine veya başkasına faydalı olmak için değildir. Bir karşılık için yapmaz. Bununla beraber, her işinde, hikmetler, faydalar, lütuflar, ihsânlar vardır. Hiçbir şey onun ilminden ve kudretinden dışarı çıkamaz. Allahü teâlâ üzerinden, gece, gündüz ve zaman geçmesi düşünülemez. Allahü teâlâda, hiçbir bakımdan, hiçbir değişiklik olmıyacağı için, geçmişte, gelecekte şöyledir, böyledir denemez. Allahü teâlâ hiçbir şeye hulul etmez. Hiçbir şeyle birleşmez. Allahü teâlâ, zâtında ve sıfatlarında birdir. O’nda hiçbir değişiklik, başkalaşmak olmaz. Allahü teâlâyı dünyâda baş gözü ile görmek caizdir. Fakat kimse görmemiştir. Kıyâmet gününde, mahşer yerinde, kâfirlere ve günahı olan mü’minlere, kahr ve celâl ile, sâlih olan mü’minlere ise lütuf ve cemâl ile görünecektir. Mü’minler, Cennette, cemâl sıfatı ile görecektir. Kâfirler, bundan mahrûm kalacaklardır. Allahü teâlânın görüleceğine inanmalı, nasıl görüleceği düşünülmemelidir. Allahü teâlânın ciheti, karşıda bulunması yoktur. Allahü teâlâ madde değildir. Cisim değildir. (Element değildir. Karışım, bileşik değildir.) Sayılı değildir, ölçülmez. Hesâb edilmez. O’nda değişiklik olmaz. Mekânlı değildir, öncesi, sonrası, önü, arkası, altı, üstü, sağı, solu yoktur. Bunun için insan düşüncesi, insan bilgisi, insan aklı, O’nun hiçbir şeyini anlayamaz. O’nun nasıl görüleceğini de kavrıyamaz. El, ayak, cihet, yer ve bunlar gibi, Allahü teâlâya lâyık olmıyan kelimelerin âyet-i kerîmelerde ve hadîs-i şerîflerde bulunması, bizim anladığımız ve öğrendiğimiz, bugün kullanılan ma’nâda değildir.
Îmân, Allahü teâlânın Peygamber efendimize bildirdiği bütün bilgileri öğrenip, kalb ile inanmak ve dil ile ikrâr etmektir. Ameller çoğalabilir, îmân azalmaz ve çoğalmaz. İmân ve İslâm birdir. Bir müslüman “Ben, mü’minim” demelidir, “İnşâallah mü’minim” demek doğru olmaz.
Peygamberlerin gönderilmesinde hikmetler vardır. Allahü teâlâ, peygamberleri, insanları beğendiği yola kavuşturmak, doğru yolu göstermek için gönderdi. Peygamberler, insanların ihtiyâcı olan dînî ve dünyevî bilgileri onlara öğretirler. Allahü teâlâ, Peygamberleri “aleyhimüsselâm” mu’cizelerle kuvvetlendirdi. Peygamberlerin evveli Âdem aleyhisselâm, sonuncusu Muhammed aleyhisselâmdır. Peygamberlerin en efdali (faziletlisi) Muhammed aleyhisselâmdır. Melekler, Allahın kullarıdır. Emredilen şeyi yaparlar. Onların erkeklik ve dişilikleri yoktur.
Mü’minlerden âsî olanlar Cehenneme girse de, orada sonsuz kalmazlar.
Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) mi’râcı uyanık iken, kalb, rûh ve beden ile birlikte olmuştur, haktır.
Her ümmetteki evliyânın kerâmeti, kendi peygamberinin mu’cizesidir.
Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) Cennetle müjdelediği Aşere-i mübeşşere ismi verilen on Eshâb-ı Kirâmın (r.anhüm) Cennetlik olduklarına şehâdet etmek haktır. Bunlar Peygamberlerden sonra Cennete gireceklerdir. Bu müjdeye kavuşmuş, mes’ûd on kişi şu zâtlardır: Ebû Bekr-i Sıddîk, Ömer-ül-Fârûk, Osmân-ı Zinnûreyn, Aliyyül Mürtezâ, Talhâ, Zübeyr, Abdurrahmân bin Avf, Ebû Ubeyde bin Cerrah, Sa’d bin Ebî Vakkâs, Saîd bin Zeyd’dir (r.anhüm).”
Hiçbir velî, bir peygamber derecesine erişemez.
Kul, namaz ve orucun, kendisinden muaf tutulacağı bir dereceye ulaşamaz. (Böyle bir derece yoktur.)
Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ), Kur’ân-ı kerîmin zâhir, açık ma’nâsını bildirdi. Zâhir ma’nâyı bırakıp, bâtın (iç, öz) ma’nâ uydurmak küfürdür. Zındıklık olur.
Günahları önemsememek, haramlara değer vermemek, dînin emirleriyle alay etmek de küfürdür.
Allahü teâlâdan ümidini kesmek, yahut herhalde ondan emîn olmak da küfürdür.
Kâhini, gaybden verdiği haber üzerine tasdik küfürdür.
Sağ olanların ölülere duâsında, ölüler için faydalar vardır.
Allahü teâlâ duâları kabûl eder. İstenileni verir.
Resûlullahın ( aleyhisselâm ) bildirdiği kıyâmet alâmetlerinden; Deccâl, Dâbbet-ül-ard, Ye’cûc ve me’cûc, Îsâ aleyhisselâmın gökten inmesi, güneşin batıdan doğması ve benzeri şeylerden haber verdikleri haktır, olacaktır.
Müctehid, ictihâdında doğruyu bulur veya bulamaz.
İnsanlardan olan resûller, meleklerin resûllerinden üstündür. Meleklerin resûlleri, ya’nî Peygamberleri, müslümanların avamından üstündür. Müslümanların avamı ise, meleklerin avamından üstündür. Herşeyin doğrusunu Allahü teâlâ bilir.
Ömer Nesefî ( radıyallahü anh ), “Erba’în-i Selmânî” kitabında, büyük günahların kırk olduğunu bildirmekte ve herbiri için kitâb ve sünnetten delîl getirmektedir. Buyuruyor ki:
1. Bütün büyük günahların başı şirktir, Allahü teâlâya ortak koşmaktır. 2. Allahü teâlânın rahmetinden ümidini kesmektir. 3. Allahü teâlânın azâbından emîn olmak, korkmamaktır. 4. Ana ve babasını incitmek, onlara itaat etmemek. 5. Haksız yere müslümanı öldürmek. 6. Muhsan, temiz kimselere zinâ isnâd etmek, sövmek. 7. Haksız yere yetim malını yemek. 8. Düşmanla harb ederken harbden kaçmak. (Ancak yenilip esîr düşeceğini anlayınca kaçması caizdir.) 9. Faiz yemek. 10. Sihir, ya’nî büyü yapmak. 11. Zinâ etmek. 12. Livâta etmek. 13. Yalan yere yemîn etmek. 14. Ganîmet malına hıyânet etmek. 15. Hak, ya’nî doğru şahidlikten kaçınmak. 16. Şarab ve alkollü içkiler içmek. 17. Beş vakit namazı terk etmek. 18. Sözünde durmamak. 19. Sıla-i rahmi, akraba ve yakınlarından alâkayı kesmek. 20. Hırsızlık yapmak. 21. Rüşvet almak. 22. Vakfedenin yemesini şart etmediği vakıf malını yemek. 23. Gıybet etmek. (Bir kimsenin yüzüne karşı söylediği zaman kırılacağı sözü arkasından söylemek.) 24. Nemmamlık (koğuculuk, söz taşıyıcılık) etmek. 25. Müslümanlarla alay etmek. 26. Yalan söylemek. 27. Birşeye tama’ ederek (meselâ para için), ba’zı kimse için dînin hükmünü değiştirmek. 28. Uzunluk (metre) ile satılan mallarda az ölçmek. 29. Ağırlık (kilogram) ile satılan mallarda eksik tartıp vermek. 30. Zulüm etmek (gasb etmek, hak yemek). 31. Müslümanlar hakkında doğru davranmamak, adâletsizlik yapmak. 32. Hased etmek. (Bir ni’metin başkasında bulunmasını kıskanmak. 33. Ka’be ve Beyt-ül-harama hürmetsizlik etmek. 34. Bir müslümanı incitmek. 35. Müslümanları kötülükle anmak. 36. İki namazı bir zamanda kılmak. (Bir namazı geciktirip sonraki ile kılmak.) 37. Anne ve babasına bağırmak, kaba ve uygunsuz sözler söylemek. 38. Bir kimseye, “Allahtan kork!” dendiği zaman, sen işine bak, ben ne yapılacağını bilirim demek. Abdullah bin Abbâs (r.anhümâ), “Bu hepsinden kötüdür” buyurdu. Allahü teâlâ, Bekâra sûresinin altıncı âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ona, Allahtan kork dendiği zaman, câhiliyyet duygusu, izzeti, onu günah işlemeye götürür. İşte ona Cehennem kâfidir. Ve o Cehennem ne kötü bir yataktır” buyuruldu. 39. Günahını az ve önemsiz görüp, kendini üstün tutmak. 40. Küçük günaha ısrar, ya’nî devam etmek. Peygamber efendimiz, “Küçük günaha devam edilirse, büyük günah olur. İstiğfar edince, büyük günah da kalmaz” buyurdu.
Ömer Nesefî ( radıyallahü anh ), “Tefsîr-i Teysir” de ve “Erba’în-i Selmânî” isimli kitabında, Allahü teâlânın meâlen; “Ey mü’minler! Şarab (içki) içmek, kumar oynamak, ibâdet için dikilen putlar, fal okları, hep şeytanın işinden pis birer şeydir. Onun için bunlardan sakınınız. Muhakkak şeytan, şarabda ve kumarda aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi Allahı anmaktan ve namaz kılmaktan alıkoymak ister. Artık böyle olunca, siz bunlardan sakınmaz mısınız?” (Mâide-90, 91) buyurduğu âyet-i kerîmelerde, şarabın ve alkollü içkilerin haram olduğunu on şekilde izah etmektedir. Bunlar: 1. İçkiyi kumarla bildirmektedir. Kumar ise haramdır. O hâlde içki de haramdır. 2. İçki içmeyi puta tapmakla bildirdi. Puta tapmak haramdır, yasaktır. O hâlde içki içmek de haramdır. 3. İçki içmeyi fala yakın bildirdi. Fal haramdır. O hâlde içki içmek de haramdır. 4. İçkiye pelîd, ya’nî murdar, necis (pis) buyurmaktadır. 5. İçkiye ve diğerlerine şeytanın işi buyurulmaktadır. 6. Bu beyândan sonra, o hâlde bundan sakınınız, kaçınınız buyurdu. 7. Ondan sakınmayı kurtuluş sözü olarak bildirdi. Kurtuluş ancak haramlardan sakınmakla olabilir. 8. Düşmanlık ve kin sebebi olur buyurdu. Elbette haram olmuş olur. 9. Allahü teâlâyı anmaktan ve namazdan insanı alıkoyar, buyurdu. Allahü teâlâyı anmaktan ve namazı kılmaktan insanı alıkoyan şey, elbette haramdır. 10. İçki içmekten sakınmağı emretti. Bir şeyi işlemeği terk etmenin emrolunması, o şeyin haram olduğunu gösterir.
Erba’în-i Selmânî isimli kitabında koğuculuğu anlatırken buyurdu ki: “Koğuculuk yapana on şey yapmalıdır. Altısı adl, dördü fadldır. 1. Sözünü kabûl etme, çünkü o fâsıktır ve fâsıkın sözü kabûl edilmez. 2. O işten onu men et. Çünkü yaptığı iş münkerdir ve nehy-i münker yapmak lâzımdır. 3. Koğuculuk yapanı sevme. Çünkü o âsîdir, günah işlemiştir. Allahü teâlâya ve Resûlüne âsî olan sevilmez. 4. Müslümana sû-i zan etrne. Çünkü müslümana sû-i zan edilmez. 5. Sözünün doğru olup olmadığını araştırma. Çünkü günahtır. Günahları araştırmamak lâzımdır. 6. O sözü başkasına söyleme. Çünkü bu başkasının ar perdesini yırtmak demektir. Müslümanın ar perdesini yırtmamak lâzımdır. Diğer dördü de şu hikâyede vardır:
Hasen-i Basrî’ye ( radıyallahü anh ) bir kimse, “Filanca senin hakkında kötü söylüyor” deyince, “Sen onu nerede gördün?” buyurdu. O da, “Evinde gördüm” deyince, “Orada ne yapıyordun?” diye sordu. O kimse, “Orada misâfirdim” diye cevap verdi. “Misâfirlikte ne yediniz?” O kimse yediklerini söyledi. Bunun üzerine Hasen-i Basrî ( radıyallahü anh ), “Ey nâmerd! Bu kadar yemeği karnında sakladın da, bir sözü saklıyamadın. Doğru söylüyorsan, benim onunla dört işim vardır. 1. Dilimle ondan şikâyet etmem. 2. Kalbimden ona kin tutmam. 3. Dünyâ ile ona mükâfat vermem. 4. Kıyâmette ona hasım olmam, hak taleb etmem. Belki onsuz Cennete girmem. Kalk ey fâsık, getirdiğini geri götür. Çünkü getiren, götürücü olur, ya’nî söz getiren, söz götürücü olur” buyurdu.
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-7 sh. 305
2) Tabakât-ül-müfessirîn (Dâvûdî) cild-2, sh. 5
3) Tabakât-ül-müfessirîn (Süyûtî) sh. 7
4) Şezerât-üz-zeheb cild-4, sh. 115
5) Miftâh-üs-se’âde cild-1, sh. 108, 109
6) El-Fevâid-ül-behiyye sh. 149, 150
7) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 783
8) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 47, 779, 1053