Hindistan’da yetişen evliyâdan ve Çeştiyye yolunun büyüklerinden. İsmi, Seyyid Muhammed bin Seyyid Ahmed Buhârî olup, lakabları; Mahbûb-i ilâhî (Allahın sevgilisi), Sultân-ül-Meşâyıh ve Nizâmüddîn Evliyâ’dır. Nizâmüddîn Evliyâ, 636 (m. 1238) senesi Safer ayının yirmiyedisinde Bedâyun’da doğdu. 725 (m. 1325) senesi Rebî’ul-âhır ayının onsekizinde güneş doğarken Hakkın rahmetine kavuştu. Nizâmüddîn Evliyâ’nın babası Seyyid Ahmed Buhârî, doğuştan velî idi. Doğar doğmaz Kelime-i şehâdet söylediği bildirilmiştir. Aynı şekilde, annesi Bibi Züleyha Hâtun, dindar bir hanımdı.
Dâima duâ ve ibâdetle zamanını geçirirdi. Duâsının kabûl olduğu meşhûrdur. Nizâmüddîn Evliyâ’nın baba tarafından dedesi Hâce Seyyid Ali Buhârî ile, anne tarafından Hâce Arab Buhârî kardeş çocukları idi. Her ikisi de, Hindistan’a Buhârâ’dan Sultan et-Tamîs zamanında hicret etmişler, Lâhor’da kısa bir müddet ikâmet ettikten sonra, dâimi olarak yerleştikleri Bedâyun’a gelmişlerdi. Birçok büyük ulemâ ve evliyâ, dâimi olarak bu şehre yerleşmişlerdi.
Nizâmüddîn Evliyâ doğduğu zaman, kendisine Muhammed ismi verildi. Şeceresi şöyledir: Seyyid Muhammed bin Seyyid Ahmed Buhârî bin Seyyid Ali Buhârî bin Seyyid Abdullah Hilmi bin Seyyid Ali Neşheddîn bin Seyyid Ahmed Meşheddîn bin Seyyid Ebû Abdullah bin Seyyid Ali Asgar bin Seyyid Ca’fer-i Sânî bin İmâm-ı Ali Nakî bin İmâm-ı Muhammed Cevâd bin İmâm-ı Ali Rızâ bin İmâm-ı Mûsâ Kâzım bin Ca’fer-i Sâdık bin Muhammed Bâkır bin Zeynel âbidîn bin Hazreti Hüseyn bin Hazreti Ali.
Nizâmüddîn Evliyâ’nın babası Hâce Ahmed Buhârî, ma’nevî ilimlerin yanında, derin bir kelâm ve fıkıh âlimi idi. Üstün hâlleri ve takvâsı ile meşhûrdur. Bu husûsiyetlerinden dolayı Dehlî Sultânı Gıyâsuddîn Balban onu Bedâyun’a başkadı olarak ta’yin etti. Hâce Ahmed Buhârî, bir süre sonra bu görevinden istifâ ederek, kendini cenâb-ı Hakka ve O’nun dînini yaymağa adadı. Hâce Ahmed Buhârî, Nizâmüddîn Evliyâ daha beş yaşında iken, Bedâyun’da vefât etti ve oraya defn edildi.
Nizâmüddîn Evliyâ’nın babasının vefâtından sonra, onun eğitimi annesinin üzerine kaldı. Anne-oğul, günlerce hiçbir yiyecek bulamadan günlerini geçirmek zorunda kaldılar. Yiyecek birşey olmadığı zaman, annesi ona ümid vermek için: “Muhammed, bugün Allahü teâlânın misâfiriyiz” derdi. Şiddetli açlık ve fakirliğin verdiği ızdırâbı hissedeceği yerde, Nizâmüddîn Evliyâ, böyle geçen günlerden zevk alır ve annesine; “Yeniden ne zaman Allahü teâlânın misâfiri olacağız” derdi.
Nizâmüddîn Evliyâ’nın annesi Bibi Züleyha Hâtun, dînine bağlı ve zekî bir hanımdı. O, oğlunun eğitimine özel bir gayret gösterdi. Annesi, Nizâmüddîn Evliyâ’yı Bedâyun’da, Mevlânâ Alâüddîn Usûlî’nin derslerine gönderdi. Nizâmüddîn Evliyâ, çok kısa zaman sonra, Celâlüddîn-i Tebrîzî’nin halîfesi Ali Molla Büzürk (Büyük) Bedâyûnî’nin elinden “Fazilet sarığını” giydi. Molla Büzürk ona, seçilmiş ulemâ ve evliyânın bulunduğu bir toplantıda hayır duâ etti.
Allahü teâlânın bir lütfu olarak, genç Nizâmüddîn’in o yaşta kalbinde ma’nevî bir ilerleme ve yüksek ilimler için ilâhî bir kıvılcım vardı. Genc-i Şeker’in her tarafa yayılan şöhretini, Ebû Bekr Kavval’dan duyar duymaz, Nizâmüddîn Evliyâ onunla görüşmeye karar verdi. Birgün hiçbir yol hazırlığı yapmadan, Genc-i Şeker ile görüşmek ümidiyle Bedâyun’u terk etti. İlk durağı Dehlî oldu. O zamanlar Delhî, ilim ve irfanın beşiği idi. Nizâmüddîn Evliyâ, Dehlî’ye annesi ve kızkardeşiyle vardığında yirmi yaşında idi, Dehlî Sultânı, Sultan Balaban, zamanındaki âlimlerin ve evliyânın büyük bir koruyucusu idi. Dehlî âlimler ile aydınlanıyordu. Mevlânâ Şemsüddîn, Dehlî’nin büyük âlimlerinden idi. Nizâmüddîn Evliyâ, Mevlânâ Şemsüddîn’in derslerine devam ederek, çok kısa zamanda yüksek derecelere kavuştu. Bu arada Mevlânâ Kemâlüddîn Zâhid’den hadîs ilmini öğrendi.
Nizâmüddîn Evliyâ, Dehlî’de iken, Hâce Necîbüddîn Mütevekkil’e çok yakın bir evde oturuyordu. Bu zât, evliyânın büyüklerinden olup, aynı zamanda Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker’in kardeşi idi. Nizâmüddîn Evliyâ, bir süre bu zâtın derslerine devam etti. Genc-i Şeker’in üstünlüklerini ondan dinledi. Daha sonra Nizâmüddîn Evliyâ, Genc-i Şeker ile görüşmek için Acuzan’a gitmeye karar verdi. O sırada kendisine, üstün vasıflarından dolayı kadılık mevkii teklif edildi. O, Necîbüddîn Mütevekkil’e danıştığında; “İnşâallahü teâlâ, siz kadı olmayacaksınız, fakat başka birşey olacaksınız, onu da ben bilmiyorum” dedi.
Bir gece Nizâmüddîn, Dehlî Câmii’nde kalıyordu. Sabah erken vakit, müezzin şöyle sesleniyordu: “Mü’minlerin kalblerinin, Allahü teâlâyı zikr etmeleri ve O’nun aşkıyla yanmalarının vakti gelmedi mi?” Bu sesleniş, Nizâmüddîn Evliyâ’nın içinde Genc-i Şeker’e olan muhabbetini ateşledi. Derhâl Dehlî’yi terk ederek, Acuzan’a gitmek için yola çıktı. 655 (m. 1257) senesi Receb ayının onbeşinde Acuzan’a vardı. Hemen Genc-i Şeker’in yanına gitti. Genc-i Şeker, onu görür görmez Fârisî bir beyt okudu:
Ayrılığının ateşiyle nice gönüller kebâb oldu,
iştiyâkının fırtınasıyla nice canlar harâb oldu.
Genc-i Şeker, bu beyte ilâveten; “Yâ Nizâmüddîn! Hindistan’ın kutupluğunun mes’uliyetlerini devretmeyi ciddî şekilde düşünüyordum. Allahü teâlâ bize yol gösterdi ve senin gelişini bana haber verdi” dedi. Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker, Nizâmüddîn Evliyâ’yı talebeliğe kabûl etti ve an’anevî yola giriş başlığını onun başına koydu. Nizâmüddîn Evliyâ, 656 (m. 1258) senesi Rebî’ul-evvel ayının üçüne kadar Genc-i Şeker’in yanında kaldı. Şihâbüddîn Sühreverdî’nin yazmış olduğu Avârif-ül-me’ârîfi ve Ebû Şekûr Sülemî’nin Temhîd adlı eserlerini okurdu. Lüzumlu eğitimi gördükten sonra, ona “Hilâfetnâme” verildi ve Dehlî’ye gitmesi istendi.
Genc-i Şeker’in yanında iken, dergâhda bulunan bütün talebelerin hepsi gibi, günlük olarak verilen her vazîfeyi yapmak mecbûriyetinde idi. Talebelerden Mevlânâ Bedreddîn İshâk, mutfakta yakılan odunu ormandan getiriyor, Hüsâmeddîn Kabûlî, su getirip kapları yıkıyor, Nizâmüddîn Evliyâ da yemekleri pişiriyordu.
Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker, Nizâmüddîn Evliyâ’ya Dehlî’ye giderken iki değerli tavsiye de bulundu: Birincisi; “Borçlanmak zorunda kalırsan, onu hemen öde”, ikincisi; “Dâima düşmanlarını memnun etmeye çalış” idi. Nizâmüddîn Evliyâ, hocasının bu sözlerine hayâtı boyunca uydu ve her işinde muvaffak oldu.
Nizâmüddîn Evliyâ, daha sonra Acuzan’ı on defa daha ziyâret etti. Bu ziyâretlerinin üçünü hocası hayatta iken, yedi seferini de hocasının vefâtından sonra yaptı. Bir ziyâretinde hocası Genc-i Şeker, onun için husûsî duâda bulunarak şöyle dedi: “Yâ Rabbî! Nizâmüddîn’in her arzusunu kendisine ihsân eyle!” Bu duâdan sonra, Allahü teâlâ, Nizâmüddîn Evliyâ’nın hiçbir isteğini geri çevirmedi. Hocası hayatta iken yaptığı son ziyâretinde, hocası yine şöyle duâ etti: “Allahü teâlâ seni mes’ûd ve bahtiyar eylesin. Sen dalları ve budakları ile geniş bir ağaç olacaksın. Sıkışan insanlık onun altında barınıp huzûr bulacak.” Allahü teâlâ bu duâda istenilenleri de ihsân etti. Nizâmüddîn Evliyâ, takvâsı ve cömertliği ile büyük bir üne kavuştu ve “Mahbûb-i ilâhî” (Allahü teâlânın sevgilisi) lakabını kazandı.
Nizâmüddîn Evliyâ, hocasının emri ile Dehlî’ye gittiği zaman, ibâdetlerini huzûr içinde yapacak sakin ve uygun bir yer bulamadı. Çoğu zaman Dehlî gibi çok kalabalık bir şehrin gürültüsünden kurtulmak için ormana gitmek zorunda kaldı, O günlerde, hocasının emri üzerine Kur’ân-ı kerîmi ezberliyordu. Bir süre sonra, bugün Dehlî’nin bir mahallesi olan, o gün ise bir köy olan Kiyaspur’a taşındı. Burada bir müddet çok sıkıntı çekti. Birkaç gün arka arkaya yiyecek birşey bulamadan aç kalırdı. Bir keresinde, üç gün aç kalmıştı. Dördüncü gün, bir kişi kapıyı çalıp, ona biraz pirinçten yapılan bir çeşit yemek verdi. Nizâmüddîn Evliyâ bu yemeği yedikten sonra; “Bu yemeğin tadı o kadar lezizdi ki, hayâtımda böyle lezzetli yemek yemedim” buyurdu.
Bu sıkıntılı günlerde, Nizâmüddîn Evliyâ’nın iki sâdık talebesi Burhânüddîn Garip ve Kemâlüddîn Ya’kûb yanından hiç ayrılmadı. Bir defasında dört gün boyunca yiyecek birşey bulamadılar. Komşulardan bir hanım, biraz un gönderdi. Kemâlüddîn Ya’kûb onu bir miktar su ile karıştırıp, toprak bir kap içinde fırına koydu. O anda yanlarına bir zât geldi. Onlardan yiyecek birşey istedi. Nizâmüddîn Evliyâ fırındaki kabı aldı ve tam bir feragatle o zâtın yanına koydu. O zât, o yemekten bir iki lokma aldı, sonra kabı alıp şiddetle yere çarptı ve çıkıp gitti. Giderken Farsça olarak şöyle söylüyordu: “Şeyh Ferîdüddîn Genc-i Şeker, bâtınî ni’meti Şeyh Nizâmüddîn’e çok ucuz verdi.” Bugün ben de onun fakirlik çanağını kırdım. Artık bundan sonra o, zâhirî ve bâtınî sultân oldu.”
Bu zâtın sözlerinden sonra, Nizâmüddîn Evliyâ’nın fakirliği bir anda yok oldu. O ve iki talebesinin günlerce yiyecek bir lokma bulamadıkları aynı dergâhda, mutfak bütün gün kaynamağa ve hiçbir ayrım gözetilmeden binlerce insan onun cömerd sofrasında doymaya başladı. Kendisi gündüzleri oruç tutuyor ve çok sâde bir hayat sürüyordu. Bütün yediği şey, arpadan yapılmış küçük bir parça ekmek idi.
Nasîruddîn Mahmûd, bu bereketli günleri şöyle anlatır: “Nizâmüddîn Evliyâ hazretlerinin âşıklarından, bir nehir gibi onun kapısına akan mallar, sabahtan akşama kadar ona zorlukla verilebiliyordu. Hattâ ba’zıları hediyeler vermek için yatsı vaktinde geliyordu. Bunun yanında yardıma muhtaç olup, dergâha gelenlerin sayısı, âşıklarının sayısını geçmişti; Nizâmüddîn Evliyâ, gerçekte o âşıkların getirdiklerinden fazlasını muhtaçlara ve fakirlere dağıtırdı. Birgün zengin bir şahıs, o günün gümüş parasından yüz tane getirdi. Fakat Nizâmüddîn Evliyâ bu paraları kabûl etmedi. Fakat o şahsın üzüldüğünü görünce, bir tanesini kabûl etti. O kişi, geri kalan para ile Nizâmüddîn Evliyâ’nın yanında otururken, kendi kendine; “Şeyh hepsini kabûl etseydi, saadete kavuşurdum” diye düşünüyordu. Nizâmüddîn Evliyâ ona dönerek; “Ben onun hepsini kabûl etmedim. Zîrâ sana onların faydası olacak. Onu götür. Biz kâfi derecede zenginiz. Sol tarafına bak” dedi. O kimse sol tarafa baktığında, hücrenin köşesinde, rastgele yerlere yığılmış vaziyette çok miktarda altın paraları görünce şaşırdı. O kişi giderken, Nizâmüddîn Evliyâ, bu sırrı hiç kimseye söylememesini tenbîh etti. Fakat o dayanamayıp, durumu olduğu gibi herkese anlattı.”
Sultân Gıyâsüddîn Balban’ın büyük oğlu Sultan Mu’izüddîn Balban’ın saltanatı döneminde, Sultân, Kiyaspur’a yakın bir yerde saray yaptırıyordu. Sultânın komutanları, şehzâdeleri ve halk, Nizâmüddîn Evliyâ’nın dergâhını çok sık ziyâret ediyorlardı. Bu durum Nizâmüddîn Evliyâ’nın yaşayışında biraz karışıklığa sebep oldu. Bu yüzden, Nizâmüddîn Evliyâ buradan da ayrılmak istedi. Tam Kıyaspur’dan ayrılacağı sırada bir genç oraya gelerek Fârisî olan şu sözleri söyledi: “Herşeyden önce, şöhretinin yayılmasından çekinmelisin. Şimdi bu kadar yaygın şöhretten sonra, kıyâmet gününde yüce Peygamberin yanında seni gözden düşürecek işi yapmaya çalışma. Bir kimsenin inzivâya çekilip, kendisini Allahü teâlâya bağlılığa adayarak, dünyâdan kaçıp kurtulması kolaydır. Fakat asıl cesâret ve mertlik, kalabalık halkın içinde inzivâya çekilip, huzûr bulmaktır. Böyle karışıklıklardan müteessir olmamaktır.” Bu sözlerin üzerine, Nizâmüddîn Evliyâ son nefesine kadar Kıyaspur’da kaldı. (Daha sonra buranın ismi Nizâmüddîn olarak değiştirildi)
Nizâmüddîn Evliyâ, Kıyaspur’a ilk geldiği zaman, orası küçük bir köy idi. O ve iki talebesi, damı sazla örtülü küçük bir kulübede kaldılar. Talebeleri, hocalarına bir dergâh bina etmeyi teklif ettikleri zaman, o dâima bir sebeble geri çevirdi. Birgün Amîd-ül-mülk’ün vekîli Ziyâüddîn, Nizâmüddîn Evliyâ’dan bir dergâh yapmak için izin istedi. Fakat Nizâmüddîn Evliyâ bu iş için izin vermedi. Hâce Ebû Bekr, Hâce îkbâl ve Seyyid Muhammed Kirmânî’nin tavsiyeleri üzerine, Vekîl Ziyâüddîn bu konuda ısrar edince, Nizâmüddîn Evliyâ; “Yâ Ziyâüddîn, teklifinizi kabûl etmiyorum. Zîrâ dergâhın buraya yapılmasında bir sır vardır. Buraya dergâhı kim inşâ ederse ölecektir” dedi. Bu söz, Ziyâüddîn’i teklifinden geri döndürmedi. Başını Nizâmüddîn Evliyâ’nın ayaklarına koyarak; “Efendim! Sizin şeref ve i’tibârınızı düşünüyorum. Sizin rahat ve iyi hâlde olmanız, benim hayâtımdan bile daha azîzdir” dedi ve teklifini büyük bir çaba ile Nizâmüddîn Evliyâ’ya kabûl ettirdi. Dergâhın inşâsı tamamlanıp bitmesine yakın, Ziyâüddîn hummaya tutuldu. O dergâha bir kere girmeden vefât etti. Hayâtını, sevgili hocasının ve talebelerinin rahatlığı için feda eden Vekîl Ziyâüddîn rahmetle anıldı.
Nizâmüddîn Evliyâ’nın dergâhının saraya yakın olmasından dolayı, saray mensûbları, şehzâdeler, komutan ve subayların çoğu Nizâmüddîn Evliyâ’ya talebe oldu. Onun ma’nevî te’sîri ve dînî eğitimi altında, onların ahlâkî ve içtimaî huyları çok değişti. Hepsi de Allahü teâlâdan korkan, yaşayışı intizâmlı insanlar hâline geldiler. Bir mıknatıs gibi etkisi olan bu te’sîrden Dehlî halkı da istifâde etti.
Binlerce insan, yaşayış tarzlarını ve huylarını tamamen değiştirdiler. O bölgede, kumar, dedikodu ve iftira, içki içme, yalancılık ve tefecilik en düşük seviyeye indi. Binlerce insan, namaz, oruç ve diğer ibâdetlerini titizlikle yapar hâle geldiler. Bu husûsla ilgili olarak, Siyer-ül-evliyâ’nın müellifi şöyle demektedir: “O, içki, sefâhat ve günah içine dalmış saray erkânı, şehzâdeler ve zenginler, Nizâmüddîn Evliyâ’nın ma’nevî sözlerinden ve ahlâkî derslerinden o kadar etkilendiler ki, günahkâr hâllerini terk edip, yeni ve tertemiz bir hayâta kendilerini uydurdular. Onların çoğu, ömürlerinin geri kalan kısmını Nizâmüddîn Evliyâ’nın hizmetine vakfettiler.”
Uzun bir ömür yaşayan Nizâmüddîn Evliyâ, yükselen ve düşen yedi Dehlî sultânı gördü. Bu sultânlardan ba’zıları, onun bağlılarından idi. Ba’zısı ise, kısa görüşlü olup, zâlimdiler. Bunlar, Nizâmüddîn Evliyâ’nın misâfirperverliğini ve şöhretini kıskanıyorlardı. Nizâmüddîn Evliyâ, kendisine bağlı olanlar dâhil, hiçbir sultânı ziyâret için saraya gitmedi. Sultânları da dergâhına kabûl etmedi.
Sultan Celâlüddîn Hilcî, Nizâmüddîn Evliyâ’nın âşıklarından idi. Sık sık Nizâmüddîn Evliyâ’ya hediyeler gönderirdi. Sultânın en büyük arzusu, bizzat onunla görüşmek idi. Fakat bunu bir türlü başaramadı. Şâir ve Nizâmüddîn Evliyâ’nın talebesi Emîr Hüsrev, sarayda sultânın mâhiyetinde idi. Sultan bir defasında onun yardımıyla Nizâmüddîn Evliyâ’nın huzûruna girmek istedi. Fakat Emîr Hüsrev, hocasından izinsiz olarak bu işi yapmak istemedi. Nizâmüddîn Evliyâ, sultânla görüşmek istemedi ve o ara Acuzan’a gitti. Sultan bunu haber alınca, çok üzüldü ve Emîr Hüsrev’den bir açıklama istedi. Emîr Hüsrev şöyle dedi: “Biliyorum ki, zât-ı şahânenizin memnuniyetsizliği, benim hayâtımın tehlikeye girmesi demektir. Fakat yine biliyorum ki, hocamın memnuniyetsizliği ise, îmânımın tehlikeye düşmesi demektir.” Emîr Hüsrev’in bu cevâbı, sultânın çok hoşuna gitti ve mes’elenin üzerine daha fazla gitmedi.
Sultan Celâlüddîn Hilcî’yi öldürerek tahta çıkan Alâüddîn Hilcî, din bilgisi az olmasına rağmen, zekî ve becerikli bir idâreciydi. Saray erkânından ba’zıları, yeni sultânı Nizâmüddîn Evliyâ’ya karşı yanlış yola sevk etmeye çalıştılar. Onlar, sultâna: “Nizâmüddîn Evliyâ’nın te’sîri hergün büyük hızla artıyor. Böyle giderse, birgün sizin makamınıza el koyar” dediler. Fakat, zekî ve akıllı olan Sultân Alâüddîn, acele bir karar vermeyi istemedi. Sultan, Nizâmüddîn Evliyâ’ya bir çeşit imtihan pusulası gönderdi ve pusulaya şöyle yazdı: “Sultanlığımda halli îcâbeden zor mes’eleler ortaya çıktığı zaman, zât-ı âlinizle müşavere etmek istiyorum.” Nizâmüddîn Evliyâ, bu pusulayı okuduğuna pişman oldu ve cevap olarak şöyle yazdı: “Yolumuzun mukaddes an’aneleri sebebiyle ve böyle bir müşavere, dînî vazîfelerimin ifâsını güçleştireceğinden, teklifinize rızâ gösterecek bir hâli kendimde göremiyorum. Ne kendimi memleketin siyâsi hâdiselerine karıştırmak, ne de ilâhî gayeye hizmetten başka birşey yapmak istemiyorum.” Bu açık cevap, Sultan Alâüddîn’i memnun etti ve zihnindeki bütün yanlış anlama ve şüpheleri yok etti. Bilakis, o büyüğe karşı içinde bir aşk ve bağlılık hâsıl oldu.
Sultan Alâüddîn, birgün ordusunu güney bölgesine sefere göndermişti. Bir süre bu sefer hakkında hiç haber alamadı ve endişeye kapıldı. Nizâmüddîn Evliyâ’nın talebelerinden olan ba’zı komutanları ona göndererek, şu mesajı yolladı: “Sizin, İslama sevgi ve saygınız bizden çok fazladır. Eğer ma’nevî gözünüzle, güneydeki seferin durumu ve sefer haberlerini öğrenip bize bildirirseniz, bizi çok sevindirmiş olacaksınız. Çünkü durumdan çok endişeliyim.” Cevâb olarak Nizâmüddîn Evliyâ buyurdu ki: “Bu zaferden hâriç, başka zaferler de sizi bekliyor.” Buyurdukları gibi, bir süre sonra ordu zafer haberi ile Dehlî’ye geldi. Sultan, şükran ifâdesi olarak, Kara Beğ ile Nizâmüddîn Evliyâ’ya beşyüz altın gönderdi. Kara Beğ bu para ile dergâha vardığı sırada, dergahta bulunan Horasanlı bir derviş; “Hediye müşterek” diye seslendi. Bunun üzerine Nizâmüddîn Evliyâ; “Yalnız bir kişi alırsa daha güzel olur” diyerek, o beşyüz altını ona verdi.
Sultân Alâüddîn’in, Nizâmüddîn Evliyâ’ya karşı beslediği sevginin çok arttığını gören Kara Beğ, sultâna; “Zât-ı âlileriniz, ona karşı bu kadar hürmet ve muhabbet beslediği hâlde, henüz onunla görüşmemiş olmanız hayret vericidir” dedi. Buna karşılık sultân; “Ey Kara Beğ! Bizim işimiz sultanlıktır. Biz, baştan ayağa kadar günâha batmışız. Bu yüzden o büyükten utanıyorum. O büyük zâtla nasıl görüşebilirim?” dedi ve arkasından, oğulları Hızır Hân ve Şadi Hân ile Nizâmüddîn Evliyâ’ya ikiyüzbin gümüş para gönderdi ve talebeliğe kabûl edilmesini rica etti. Bu muazzam para, fakirlere ve ihtiyâç sahiplerine dağıtıldı. Daha sonra Nizâmüddîn Evliyâ’nın huzûrunda bulunmak husûsunda ısrar edince, Nizâmüddîn Evliyâ şöyle dedi: “Sultânın buraya gelmesine lüzum yok. Ben devamlı onun muvaffakiyeti için duâ ediyorum. Fakat buna rağmen hâlâ buraya gelmekte ısrar ederse, bu fakirin evinde iki kapı vardır. Sultan birinden girerse, biz diğerinden çıkarız.”
Sultan Alâüddîn’in yerine, kardeşlerini öldürerek geçen Kutbüddîn Hilcî, Nizâmüddîn Evliyâ’ya aptalca bir kin beslemeye bağladı. Bu kin, daha sonra açık bir düşmanlığa dönüştü. O zaman Nizâmüddîn Evliyâ’nın dergâhında günlük masraf, fakir, dul kadınlara, yetimlere ve muhtaç kimselere verilen sadakalar hâriç, ikibin gümüş idi. Bu durumu kıskanan ba’zı kişiler, sultâna; “Nizâmüddîn Evliyâ, bu sadaka olarak dağıttığı ve harcadığı servetini, onu sık sık ziyâret eden şehzâdelerden ve devletin resmî vazîfelilerinden topluyor” diye şikâyette bulundular. Ayrıca sultânı, herkesin Nizâmüddîn Evliyâ’yı ziyâret etmemesi için bir emir çıkarmak üzere ikna ettiler. Bu durumu duyan Nizâmüddîn Evliyâ, dergâhındaki harcamalarını iki katına çıkardı ve buradan istifâde edenlerin sayısı onbinden, onaltı bine yükseldi. Bu yüzden sultânın çıkardığı emrin bir zararı olmadı. Sultan bu durumu işittiği zaman; “Yanılmışım! Şeyh, Allahtan destek alıyor” demekten kendini alamadı. Bu kerâmete rağmen, sultânın Nizâmüddîn Evliyâ’ya düşmanlığı devam etti. Birgün sultan, onu huzûruna çağırdı. Buna cevap olarak, Nizâmüddîn Evliyâ şöyle dedi: “Ben, sûfî bir kişiyim, dergâhımdan dışarı çıkmam. Daha da önemlisi her sûfî silsilesinin kendine mahsûs değişmeyen an’aneleri vardır. Bizim büyüklerimizden hiçbiri saraya gitmemişler ve herhangi bir sultânın maiyetinde bulunmamışlardır. Bu bakımdan, sultânın arzusunu yerine getiremiyeceğim. Lütfen beni kendi hâlime bırakınız.”
Mağrur sultân, bu cevapla tatmin olmadı ve Nizâmüddîn Evliyâ’nın her hafta iki defa huzûruna gelmesi için yeni emirler gönderdi. Bunun üzerine Nizâmüddîn Evliyâ, sultânın hocası olan Ziyâüddîn Rûmi’ye haber göndererek, talebesini, “Hiçbir dinin, velîlere ve ma’sûm talebelerine zulmedilmesine izin vermiyeceği” husûsunda îkâz etmesini istedi. Fakat bu haber Ziyâüddîn Rûmî’ye ulaşmadan, o vefât etti. Sultân, Ziyâüddîn Rûmî’nin dergâhına “Fâtiha” merasimi için bütün saray erkânı ile birlikte bulunuyordu. Nizâmüddîn Evliyâ da birkaç talebesi ile bu merasime katıldı. Dergâha girer girmez, orada bulunanların hepsi, ona saygı göstermek için ayağa kalktılar. Nizâmüddîn Evliyâ, sultana selâm verdiğinde, sultan selâmı almadı. Kendisinden fazla Nizâmüddîn Evliyâ’ya saygı gösterilmesine çok kızdı ve merasimden sonra bir karar alarak, bunu emir olarak Nizâmüddîn Evliyâ’ya gönderdi. Bu emire göre; Nizâmüddîn Evliyâ’nın da, diğer bütün saray erkânı ve devlet görevlileri gibi, her ayın ilk günü, “Selâm” için sultânın dîvânında bulunması isteniyordu. Bu emir Nizâmüddîn Evliyâ’ya; Şeyh İmâmüddîn Tûsî, Şeyh Vahidüddîn Kondûzî, Mevlânâ Burhânüddîn ve başka âlimlerden kurulu bir heyetle gönderildi. Onlar, Nizâmüddîn Evliyâ’nın huzûrunda, sultânın isteklerini râzı olarak bu ihtilâfa son vermesini, bunun yapılmamasının, hem halk, hem de saltanat için tehlikeli neticelere sebebiyet vereceğini, yalvararak istirhâm ettiklerinde, Nizâmüddîn Evliyâ; “Bakalım Allahü teâlânın bu iş için izni ne olacak” diye cevap verdi ve onların yanından ayrılmalarını istedi. Heyet sultânın yanına dönünce, ona; “Nizâmüddîn Evliyâ istenen târihte huzûrda olacak” dediler. Fakat birkaç gün sonra Nizâmüddîn Evliyâ talebelerinin yanında “Önce gelen büyüklerimizin âdetlerine aykırı düşen hiçbir şey yapmıyacağım. Selâm alayına katılmayacağım” dedi. Bu durum gerginliği artırdı ve talebeleri de dehşete düşürdü. Kısa görüşlü Sultan, büyüklerin ma’neviyât gücünü ve onların duâsının red olunmıyacağının farkında değildi. Hâlbuki Nizâmüddîn Evliyâ, hakîkatin yanında olduğundan emîndi. Hakîkat ama bugün, ama daha sonra dünyânın geçici üstünlüklerine karşı şerefli bir şekilde galib gelecekti. Bu sebebten o, inanç ve sadâkatiyle tam bir sükûnet ve huzûr içerisindeydi. Ayın yirmidokuzuncu gecesi, mağrur Sultan Kutbüddîn, sarayında uyurken en güvenilir adamlarından olan Hüsrev Hân tarafından başı kesilerek öldürüldü. Fârisî beyt tercemesi:
Zavallı korkak kedi niçin yerinde oturmuyorsun.
Gücünü aslana karşı deneyip cezaya layık oluyorsun.
Kutbüddîn Hilcî’nin yerine geçen Hüsrev Hân’ın ömrü çok kısa oldu. Hazînede bulunan paraları ulemâ ve dervişlere dağıttı. Nizâmüddîn Evliyâ’ya da beşyüzbin gümüş para gönderdi. Her zaman olduğu gibi, o büyük zât, bütün bu parayı fakirlere dağıttı. Mültan Vâlisi Giyâsüddîn Tuğlak, sultânın öldürülmesinden sonra hemen ordusuyla Dehlî’ye gelerek, Hüsrev Hân’ı öldürüp sultan oldu. Giyâsüddîn Tuğlak, hazîneye bakıp hiçbir şey olmadığını görünce, daha önceki sultânın dağıttığı bütün paraları geri istedi. Herkes paraları sultâna gönderdi. Sâdece Nizâmüddîn Evliyâ, kendisine gönderilen paraları, yeni sultâna vermedi ve buyurdu ki: “O paralar, Allahü teâlânın malıydı. Allahü teâlâ yolunda gitti.” Bu cevap sultânın hoşuna gitmedi ve bu parayı geri alma yollarını araştırdı.
Nizâmüddîn Evliyâ’nın büyüklüğünü kıskanan, Sultân Kutbüddîn’in acı sonundan mes’ûl olan saray erkânı, bir kere daha Sultan Gıyâsüddîn Tuğlak’ı o büyüğe karşı kışkırtarak, eski taktiklerini denediler. Ona olmayacak şeyleri söylediler. Sultâna bağlı âlimler ile Nizâmüddîn Evliyâ arasında münâzarada, aralarında bir kırgınlık oldu. Bu âlimler, Nizâmüddîn Evliyâ’nın naklettiği hadîs-i şerîfleri kabûl etmedi. Dergâhına geri dönen Nizâmüddîn Evliyâ, üzgün bir şekilde talebelerine şöyle dedi: “Dehlî âlimlerinin ve saray adamlarının, içi, bize karşı kıskançlık ve düşmalıkla kaynıyor. Münâzarada bana karşı açıkça saldırmalarından bu anlaşılıyor. Ayrıca onlar, yüce Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) hadîs-i şerîflerini dinlemeyi de reddettiler. Bunun gibi i’tirâzı gayri kabil olan şeylerle münâkaşa etmeye, ancak Hazreti Peygamberin ( aleyhisselâm ) hadîsine inanmıyanlar cesâret edebilirler. Sultânın yanında bunlar, hadîslerin en sahihini bile kabûl etmeyi reddederek mağrur bir eda ile konuştular. Resûl-i ekremin ( aleyhisselâm ) sahih hadîslerini kabûl etmeyen bir âlimi ne görmüş, ne de duymuş idim. İçinde, böyle mağrûrâne ve yanlış yollara sürükleyen münâzaraların yapıldığı şehir, nasıl parlak vaziyette kalabilir? Onun tuğlaları birgün yıkılıp birbirine çarparsa şaşmamak gerekir. Sultan ve ona bağlı âlimler, hakkı söylemeyen kadılar, bu şekilde Hazreti Peygamberin ( aleyhisselâm ) hadîsine göre hareket etmiyecekleri işitildikten sonra, alelade halk, Allah ve Peygambere olan îmânlarını nasıl sağlam bir şekilde muhafaza edebilir? Korkarım ki, şehrin bu şekilde ki âlim ve dînî liderlerindeki inanç noksanlığı sebebiyle, Allahü teâlânın cezası, kıtlık, salgın hastalık ve sürgün şeklinde bu şehre gelebilir.” Bir süre sonra, Dehlî’de büyük bir kıtlık oldu. Arkasından, salgın hastalık yayıldı. Halk çok zorluk çekti. Sultan ve yardakçılarının hepsi, bu hastalık ve kıtlıkta öldüler.
Nizâmüddîn Evliyâ, hayâtı boyunca hergün, hocasının şu emirlerine uyarak yaşadı: “1- Dâima kendini mücâhede ile meşgûl eyle. Boş kalmak, şeytana çalışma alanı açar. 2-Bizim yurdumuzda oruç tutmak, muvaffakiyetin yarısıdır. Geriye kalan diğer yarısı da; namaz kılmak ve hacca gitme ile kazanılır. 3- Kendini ve talebeni terbiye et. 4- Bütün günahlardan kaçın. 5- Başkalarını düzeltmeden önce, mümkün olan bütün gayretini, kendi hatâlarını düzeltmeye sarfet 6-Benden ne duymuş isen, onu hatırla ve her tarafa yay. 7- İnzivâya çekileceksen, onu namazın cemâatle kılındığı câmide yap. 8- Nefsini istemez hâle getir. Dünyâyı yok ve ehemmiyetsiz olarak düşün. 9- Hırstan ve bütün dünyâ arzularından vazgeç. 10-Senin yalnızlığın veya inzivân, seni Allaha bağlılıkla meşgûl etmelidir. Eğer böyle bir inzivâdan ve mücâhedelerden yorgun düşmüş isen, daha küçüklerini yap. 11- Eğer nefsinle bir mes’elen olursa, onu uyku ile memnun et. 12-Sana kim gelirse, ihsân ve inâyetini, teveccüh ve keremini onun üstüne yağdır.”
Nizâmüddîn Evliyâ, otuz sene devamlı mücâhede yaptı. Ömrü boyunca oruç tuttu. Günde yaklaşık ikiyüz, üçyüz rek’at namaz kılardı. Hergün sabah namazından sonra, talebelerine va’z ve nasihatte bulunurdu, öğle namazından sonra, kısa bir süre sünnet olan kaylûle yapardı. Kaylûleden sonra, ikinci defa bir meclis kurulurdu. Bu mecliste taliblere en nâzik ve ince dînî mes’eleleri açıklar ve en sahih dini kitaplardan nakiller yapardı. Nizâmüddîn Evliyâ’nın ifâde tarzı çok tatlı idi ve gönülleri cezbederdi. İkindi namazı ile akşam namazı arasında kısa bir süre dinlenirdi.
Akşam namazından sonra iftar ederdi. Yatsı namazından sonra odasına çekilirdi. Bundan sonra yanına ancak talebesi Emîr Hüsrev girebilirdi. Onun ayrılmasından sonra, Mahbûb-i ilâhî, odasının kapısını kapatır, gecenin geri kalan bütün zamanında Allahü teâlâya ibâdet ederdi. Sahur vakti, hizmetleri gören talebesi içeriye biraz yiyecek getirirdi. O, yemekten birkaç lokma aldıktan sonra, bu yemeğin fakirlere dağıtılmasını emrederdi.
Nizâmüddîn Evliyâ, genelde bir parça arpa ekmeği ile, biraz sebze çorbası yerlerdi. Ba’zan çok miktarda pirinç pilavı da alırlardı. Genelde yemeklerini hazır olanlarla birlikte yerler, kendileri çok az yemelerine rağmen, âdâb-ı muaşerete riâyet ve diğerlerine refakat’ etmek için, yemeye devam ediyormuş gibi görünürdü. Böylece, sofrada bulunan diğerleri yemeğe devam ederlerdi. Yemek yerken, sık sık fakirlerin hâlini düşünür ve onların durumuna ağlamaya başlardı. Onun mutfağında, fakir, zengin, herkes için lezzetli yemeklerin her çeşidi hazırlanırdı. Fakat kendisi asla bunlardan yemezdi. Akşam namazından sonra talebelerinden ba’zıları, hergün ona çeşitli yiyecekler gönderirlerdi. Fakat Nizâmüddîn Evliyâ, bunların hepsini fakirlere dağıttırırdı.
Nizâmüddîn Evliyâ’nın hayırseverliği: Nizâmüddîn Evliyâ’nın hayırseverliği çok ve mükemmel idi. Bu da hocasının duâsının bereketiyle idi. Hocası Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker, birgün Nizâmüddîn Evliyâ’ya şöyle duâ etmişti: “Ey Nizâmüddîn! Bugün sevdiğimiz sebze yemeğini çok güzel pişirmişsin. Tuzu da uygun olmuş. Allahü teâlâ, dergâhında çok tuz harcamaya seni muvaffak kılsın.” Allahü teâlânın ihsanıyla ve bu duânın bereketiyle, Mahbûb-i ilâhî’nin tenceresi devamlı kaynadı ve binlerce fakir, hergün onun mutfağından yemek yerdi. Kendisine gelen bütün hediyeleri, hergün güneş batmadan önce muhakkak fakirlere dağıtırdı. Cum’a namazına gitmeden önce, Nizâmüddîn Evliyâ, dergâhın ve mutfağın her köşesine, hiç bir şeyin kalmadığı ve hepsinin sadaka olarak verildiğinden emîn olmak için bakardı. Gezginler, misâfirler ve onun dergâhına gelen her çeşit insan, tam bir misâfirperverlikle karşılanır ve ihtiyâçları giderilirdi.
Nizâmüddîn Evliyâ’nın dergâhında yapılan sohbet meclislerinden sonra, Mahbûb-i ilâhi, fakirlere dağıtmak üzere, şehre yiyecek ve para gönderirdi.
Birgün Kıyaspur köyünde yangın çıktı. Evlerin yandığını gören Nizâmüddîn Evliyâ, dayanamayarak ağladı. Yangın söndürüldükten sonra, talebelerine; “Gidin yanan bütün evleri sayın. Her eve iki tepsi yemek, iki testi su ve iki gümüş dağıtın ve kayıplarından dolayı duyduktan acılarını teselli edin” dedi.
Bir tüccâr, Mültan yakınlarında eşkiyalar tarafından soyuldu. Bu tüccâr, Behâüddîn Zekeriyyâ Sühreverdî’nin oğlu Sadrüddîn’in tavsiyesi üzerine, yardım istemek için Nizâmüddîn Evliyâ’nın dergâhına geldi. Durumunu anlattı. Nizâmüddîn Evliyâ talebelerine, sabahtan kuşluk vaktine kadar gelen hediyelerin hepsinin tüccâra verilmesini söyledi. O gün, o müddet zarfında 12.000 gümüş para geldi ve bu büyük miktarın hepsi tüccâra verildi.
Birgün Nizâmüddîn Evliyâ, akşam namazından sonra, tam orucunu açacağı sırada bir derviş geldi. Sofra bezi Nizâmüddîn Evliyâ’nın önüne serili ve üzerinde de birkaç kuru ekmek parçası bulunmakta idi. Zîrâ, o gün mevcût yiyecek olarak sâdece onlar kalmıştı. Fakat o gelen derviş, Nizâmüddîn Evliyâ’nın orucunu açıp, yemeğini yediğini ve şu anda da gördüğü kuru ekmeklerin kaldığını zannetti. Kötü birşey düşünmeden, bütün bu ekmek parçalanı toplayıp gitti. Nizâmüddîn Evliyâ, sâdece gülümsedi ve kendi kendine: “Hâlâ Allahü teâlâya bağlılığımızda ba’zı ciddi kusûrlarımız var. Bu eksiklerin giderilmesi için bizim biraz daha aç kalmamız isteniyor” buyurdu.
Nizâmüddîn Evliyâ’nın kanâati: Nizâmüddîn Evliyâ, çok kanaatkar bir kişi idi. Sultânlardan veya şehzâdelerden biri hediye gönderdiği zaman; “Ah! Bunlar, bu fakiri harâb etmek istiyorlar” derdi. Bir defasında, ona bağlı olan devlet erkânından bir kişi, ona iki bahçe, bir miktar arazi ve başka şeyler vermek istedi. Fakat o, tebessüm ederek; “Eğer bunları kabûl etsem, halk; “Nizâmüddîn Evliyâ bahçelerine gidiyor ve orada eğleniyor” diyecek. Hayır, bu bana yakışmaz. Bizim yolumuzun büyükleri, böyle şeyleri asla kabûl etmediler. Ben onların âdetlerine sarılmalıyım” dedi.
Sultân Celâlüddîn, Nizâmüddîn Evliyâ’nın Dehlî’deki ilk zamanlarında, aşırı derecede fakr-u zarûret içinde olduğunu öğrenince, ona ba’zı hediyeler gönderdi ve Nizâmüddîn Evliyâ’yı bu aşırı fakirlikten kurtarmak için, bir köyün gelirinin ona bağışlanmasına izin verip vermiyeceğini araştırdı. Fakat o, sultânın teklifini kabûl etmeyerek; “Benim köye ihtiyâcım yok. Ben ve benimle olanlar, Allahü teâlâya güveniriz. O, bizim ihtiyâçlânmızı gözetir” buyurdu. Talebelerinden ba’zıları bunu işitince; “Efendim! Siz günlerce açlığa ve susuzluğa katlanabilirsiniz. Fakat, yiyeceksiz bizim hâlimiz korkunçtur. Eğer sultânın teklifi kabûl edilseydi, vücut ve rûhumuzu birlikte muhafaza etmemize faydası olacaktı” dediler. Fakat o, talebelerinin bu söylediklerini dikkate almadı ve hepsi onu terketseler bile, kendisi yalnız olarak da bu yola devam etmeğe karar verdi. Sultânın bu teklifi hakkında diğer sûfîler ile istişâre ettiği zaman, onlar hepbirağızdan; “Eğer sultânın teklifini kabûl etseydin, senin dergâhında su bile içmezdik” dediler. Nizâmüddîn Evliyâ, onların bu konudaki hassasiyetlerini tebrik ederek; “Cenâb-ı Hakka şükürler olsun. Sizin gibi, prensiblerimize bağlılıkta bana yardımcı olan arkadaşların olduğunu görmek, beni mes’ûd ediyor” dedi.
Nizâmüddîn Evliyâ’nın sabrı ve affetmesi: Nizâmüddîn Evliyâ’nın sabrı ve affetmesi çok idi. Birgün Nizâmüddîn Evliyâ’nın dergâhına bir fakir geldi. Hiçbir sebep yok iken, küstahça onu kötülemeye başladı. O büyük velî, bütün bu saçma sözleri sadece sabırla dinledi. Ayrıca, o fakir ne istiyorsa, hepsini verdi. Fakir dergâhtan ayrıldıktan sonra, Nizâmüddîn Evliyâ orada bulunanlar; “Bizi sevenlerin çoğu, hediye ile geliyor. Bizi kötülemek üzere gelecek olan birkaç kişi de bulunmalı. Birisi gelip bizi kötülerse, biz ona, dünyâda olduğumuz sürece yanlış işler yapabileceğimizi ve kötülemeye ma’rûz kalabileceğimizi söyleriz” buyurdu.
Birgün meclisine gelenlerden ba’zıları Nizâmüddîn Evliyâ’ya; “Halktan ba’zı kimseler, sizin hakkınızda o kadar kötü konuşuyorlar ki, biz bunları dinlemeye tahammül edemiyoruz” dediler. Nizâmüddîn Evliyâ onlara; “Bizim hakkımızda konuşanları affediyoruz. Sizin onlarla münâkaşa etmenize gerek yok” dedi.
Nizâmüddîn Evliyâ, kendisine düşmanlık besleyenlere karşı da çok sabırlı idi. İnsanlara, düşmanlarına karşı sevgi ve sabırla muâmele etmeyi öğretiyordu. Kıyaspur’da yaşıyan ve sebepsiz yere Nizâmüddîn Evliyâ’ya karşı kin besleyen ve dâima ona bir zarar vermeye çalışan, Şaşu isminde birisi vardı. Nizâmüddîn Evliyâ, Şaşu’nun ölümünü işitince, defninden sonra bir kenarda iki rek’at namaz kıldı ve onun eski hâlini affederek, kurtuluşu için duâ etti.
Nizâmüddîn Evliyâ’nın talebelerine muhabbeti: Nizâmüddîn Evliyâ, talebelerini çok severdi. Talebesi Emîr Hüsrev’e karşı olan muhabbeti çok meşhûrdur. Talebelerini çok sevmesine rağmen, disiplini çok sıkı idi. Bir defasında en iyi talebelerinden olan Hâce Burhânüddîn Garîb, katlanmış bir battaniye üzerinde oturarak kendisini rahatlatmaya çalışıtığından, dergâhtan çıkarıldı. Nizâmüddîn Evliyâ, onun bu işi, nefsinin arzusunu yerine getirmek için yaptığını düşünmüştü. Uzun bir süre sonra Burhânüddîn Garîb, Nizâmüddîn Evliyâ tarafından affedilerek tekrar dergâha kabûl edildi.
Hâce Müeyyedüddîn Kereh, Sultân Alâüddîn Hilcî şehzâde iken, onun çok sevdiği bir kişi idi. Bu zât, sonra makamını terk ederek, Nizâmüddîn Evliyâ’ya talebe oldu. Alâüddîn Hilcî sultân olunca, Nizâmüddîn Evliyâ’ya bir elçi göndererek, Hâce Müeyyedüddîn’in saltanat hizmetine verilmesi için izin istedi. Nizâmüddîn Evliyâ, ona şöyle cevap verdi: “Hâce’nin başka önemli bir işi var. Onu bitirmeye çalışıyor.” Bu cevaptan hoşlanmıyan sultânın elçisi; “Efendim! Siz herkesi kendiniz gibi yapmak istiyorsunuz” dedi. Bunun üzerine Nizâmüddîn Evliyâ; “Sâdece benim gibi değil, benden de iyi olmasını istiyorum” diye cevap verdi. Sultân bu cevâbı işitince, birşey söylemedi ve konuyu kapattı.
Hâce Şemsüddîn, sarayda önemli bir mevkide idi. Daha sonra bu görevinden istifâ ederek, Nizâmüddîn Evliyâ’nın talebesi oldu. O büyük velînin mübârek sözlerini derleme vazîfesini üzerine aldı. Hâce Şemsüddîn birgün hocasından, seyyahlar ve misâfirler için bir ev inşâ etmeye izin istedi. Nizâmüddîn Evliyâ ona; “Ey Mevlânâ Şemsüddîn! O iş, önce bıraktığın iş kadar değersizdir” buyurdu. Nizâmüddîn Evliyâ’nın talebeleri arasında, kelâm ilminde büyük bir üne sahip Kâdı Mühyiddîn Kâşânî isminde bir zât vardı. Nizâmüddîn Evliyâ, bu talebesini de çok severdi. Kâdı Mühyiddîn, Mahbûd-i İlâhî’nin talebesi olunca, hocasının huzûrunda, bir yerin gelirinin kendisine verildiğini gösteren fermanı yırttı ve bir sûfî olarak fakirlik hayâtına kendini uydurdu. Kâdı Mühyiddîn, ma’nevî terbiyesini tamamladıktan sonra, Nizâmüddîn Evliyâ ona, şu yazılı emirle birlikte hilâfet verdi: “Dünyâyı terk edeceksin ve ona meyl etmiyeceksin. Sultândan herhangi bir köyün gelirini veya maaş kabûl etmiyeceksin. Sana bir misâfir gelip de, ona ikram edeceğin birşey bulunmayabilir. Bu durumu Allahü teâlânın bir teveccühü olarak kabûl edeceksin. Uymanı istediğim bu emirlere riâyet ettiğin takdîrde benim halîfemsin.” Hocasının yanından ayrıldıktan sonra, Kâdı Mühyiddîn Kâşânî çok sıkıntılı günler geçirmek zorunda kaldı. Kendisi ve çocukları günlerce aç kaldı. Bu kötü durumu, birisi Sultân Alâüddîn’e haber verdi. Sultân, bir köyün geliri ile birlikte, başhâkimliği teklif eden bir ferman gönderdi. Kâdı Mühyiddîn, bu fermanı alınca hemen hocasının huzûruna gelip, durumu bildirdi. Nizâmüddîn Evliyâ bu duruma üzüldü ve; “Önce senin aklına bu geldi ki, sultân böyle bir ferman gönderdi.” dedi ve bundan sonra teveccühünü Kâdı Mühyiddîn’den çekti. Bir yıl süreyle bu hâl üzere yaşıyan Kâdı Mühyiddîn, daha sonra hocası tarafından affedilerek teveccühe mazhar oldu.
Nizâmüddîn Evliyâ, talebelerinden Kutbüddîn Münevver ve Nasîruddîn Mahmûd Çirağ’a aynı gün hilâfet verdi. Birincisine hilâfetnâme’yi verdikten sonra, câmide iki rek’at şükür namazı kılmasını istedi. O namaz kılarken, Nizâmüddîn Evliyâ, halîfesi olarak ta’yin ettiğini gösteren bir hırkayı Nasîruddîn Mahmûd’a giydirdi. Sonra Kutbüddîn Münevver’i çağırttı ve Nasîruddîn Mahmûd’un hırkasını tebrik etmesini istedi. Daha sonra da, Nasîruddîn Mahmûd’dan, Kutbüddîn Münevver’in hilâfetnâmesini tebrik etmesini istedi. İki mümtaz halîfesinin karşılıklı tebrikleşmesinden sonra, Nizâmüddîn Evliyâ her ikisinin birbirlerini kucaklamalarını istedi. Onlar kucaklaşırken; “Her ikiniz kardeşsiniz. Halifeliğimin size ihsân edilmesinde asla bir fark düşünmeyin” buyurdu. Bu sebepten her ikisi, bütün hayatları boyunca aralarında kurdukları samimî münâsebeti devam ettirdiler.
Nizâmüddîn Evliyâ’nın talebelerinden yüksek derecelere ulaşanlardan ba’zıları şunlardır: Nasîruddîn Mahmûd Çirağ, Sirâcüddîn Ahî, Kutbüddîn Münevver, Burhâneddîn Garîb, Mevlânâ Vecîhüddîn Yûsuf, Şemseddîn Yahyâ, Alâüddîn Nîlî, Müntehibüddîn Zer-i Zerbahş, Şihâbüddîn İmâm, Hâce Mûsâ, Hâce Ebû Bekr Çeştî, Hâce Azîzüddîn, Hâce Ömer, Mevlânâ Kâsım, Kâdı Muhiddîn Kâşânî, Fahreddîn Zerâdî, Hüsâmüddîn Mültânî, Emîr Hüsrev, Mevlânâ Muhammed İmâm, Emîr Hasen Sencerî, Kerîmüddîn Semerkandî, Nizâmüddîn Magribî, Ali Şah Kalender, Hüsâmüddîn Suhte.
Nizâmüddîn Evliyâ’nın insanlara muhabbeti: Muhbûb-i ilâhî, daimî sûrette Allahü teâlâya bağlılığı yanında, insanlara karşı olan vazîfesini de asla unutmadı. Birgün Şeyh Bedrüddîn Semerkândî’nin meclisinde, bir zât alay edercesine; “Nizâmüddîn Evliyâ bu kadar zenginliğini sadaka olarak dağıtıyor. Zîrâ, aile ve çoluk-çocuk endişesi ve mes’ûliyeti yok” dedi. Bunu işiten Şeyh Şerîfüddîn, bu sözün açıklanmasını istemek düşüncesiyle Mahbûb-i İlâhî’ye geldi. Fakat o daha birşey söylemeden, o büyük velî kendiliğinden şu açıklamayı yaptı: “Ey Şerîfüddîn! Benim çektiğim endişe ve ızdırâbı belki de hiç bir kimse çekmiyor. Birisi bana endişe ve ızdırâbını söylediği zaman, ben muhakkak sûrette, ondan daha fazla acı çekiyorum. Bu durumu anlatamam. Arkadaşlarının acılarını görüp de onların biçâre hâline bir âh bile etmeyenler taş kalbli insanlardır. Onların bu hâllerine çok şaşıyorum.” Acı çeken insanların keder ve üzüntülerine böyle içten alâka gösteren bu büyük velînin, diğer insanların ızdırapları karşısında nasıl bir kalb taşıdığı düşünülmelidir. Hergün tuttuğu orucunu açarken bile, hiçbir şey yemezdi. Sâdece getirilen yemeğin tadına bakardı. Hattâ sahurda da hiçbir şey yemezdi. Birgün, hizmetlerini gören talebesi; “Efendim! Bu kadar az yemeği bile yemezseniz, zafiyet size galebe çalabilir” dediğinde, Nizâmüddîn Evliyâ göz yaşlarını tutamadan; “Birçok fakir ve muhtaç insan, şu anda câmi köşelerinde veya mütevâzi evlerinin köşelerinde yiyecek bulamadan aç uyuyorlar. Bu lokma, kolaylıkla benim boğazımdan nasıl geçebilir?” dedi.
Nizâmüddîn Evliyâ’nın vefâtı: Sonunda, ilâhî kânunun icâbı olarak, Nizâmüddîn Evliyâ’nın, Allahü teâlâ ve insanlığa hizmet yolundaki parlak vazîfesi, bu dünyâda sona erdi. Yüksek hocaları gibi, Nizâmüddîn Evliyâ da Resûl-i ekreme ( aleyhisselâm ) karşı dayanılmaz bir aşk ve muhabbet ile yanıyordu. Vefâtından bir müddet önce, rü’yâsında Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) ona; “Nizâm, seni bekliyorum” buyurmuşlardı. O günden sonra, Nizâmüddîn Evliyâ hayâtının son yolculuğunu dört gözle beklemeye başladı. Vefâtından kırk gün önce, yemekten tamamen kesildi ve birşeyler yemesini istediklerinde; “Resûlullah ( aleyhisselâm ) ile buluşmayı isteyen bir kimse, yemeğin lezzetini nasıl bulabilir?” buyurdu. Durumu ağırlaştığında ve ilâç alması için kendisine istirhâm edildiğinde, Emîr Hüsrev’in şu beytini okudu:
Aşk derdiyle yanan hastaya, sevgiyle, Kavuşmaktan başka birşey fâide vermez.
Hayırseverlik ve takvâ, Nizâmüddîn Evliyâ’nın hayâtının derinliklerinde kök salmıştı. Zîrâ kendisi, çocukluğunda ve gençliğinde, fakirlik ve mahrûmiyetin en acılarını tatmıştı. Bu sebeple, o, Hindistan’ın fukarasının refahı için yaşadı ve bu yolda vefât etti. Vefâtından bir gün önce, husûsî hizmetlerini gören İkbâl’e dergâhında ve erzak deposunda ne varsa, hepsini fakirlere dağıtmasını emretti ve böylece; “Allahü teâlânın huzûrunda hesap vermekten kurtulayım” buyurdu. Talebelerden birisi, dergâhta kalanlar için biraz yemeklik bırakmıştı. Bunu işittiklerinde; “Lütfen fakirler herşeyi alsın ve siz de erzak deposunun zeminini silin” buyurdu. Bu emir, aynen yerine getirildi.
725 (m. 1325) senesi Rebî’ul-âhır’in onsekizinin sabahı, vefâtından az önce, husûsî deri çantasından talebelerine çeşitli hediyeler dağıttı ve hakîkati anlatmak için Hindistan’ın bütün köşelerine gitmelerini emretti. Altıyüz seneden beri Çeştiyye yolunun büyüklerinden gelip, hocası tarafından kendisine verilen mukaddes emânetleri, Dehlîli Hâce Nasîruddîn Mahmûd Çirağ’a vererek; “Dehlî’de otur ve insanların cefâsına katlan” buyurdu. Bundan sonra, sabah namazını kıldılar. Güneş ufuktan yükselirken, bu büyük velî ve ma’nâ güneşi, Hakkın rahmetine kavuştu. Ömrü boyunca yanında bulunan talebeleri, halîfeleri, arkadaşları, sayıları yüzbinlere varan bağlıları ve altmış sene onun emsalsiz misâfirperverliğini görmüş binlerce fakir halk, kedere ve mateme boğuldu. Mültanlı Hâce Behâüddîn Zekeriyyâ Sühreverdî’nin torunu Şeyh Ebü’l-Fettah Rüknüddîn, onun cenâze hizmetlerini görmekle şereflendi. Sultan Muhammed Tuğlak, Nizâmüddîn Evliyâ’nın mezarı üzerine büyük bir türbe inşâ ettirdi.
Nizâmüddîn Evliyâ’nın ba’zı kerâmetleri ve menkıbeleri: Şöyle anlatılır: “Nizâmüddîn Evliyâ’nın dergâhının avlusuna bir su sarnıcı inşâ ettirdiği sırada, sultân, sarnıç işine mâni olmak için, aynı anda kendi inşâat işlerini başlattı ve şehirdeki bütün mevcût işçileri kendi işlerinde çalıştırmak için emir verdi. Fakat, Nizâmüddîn Evliyâ’ya kuvvetli bağlılıklarından dolayı, işçiler, gündüz sultânın işini bitirdikten sonra, gece de Nizâmüddîn Evliyâ’nın sarnıç işinde çalışmaya karar verdiler. Fakat böyle bir çalışma için, gece aydınlatma îcâbediyordu. Nizâmüddîn Evliyâ, talebesi Nasîruddîn Mahmûd vasıtasıyla, sarnıçtan çıkan suyu, yağ olarak kullanmalarını istedi. Allahü teâlânın izniyle su, yağ gibi yanarak orayı aydınlattı ve Dehlî’deki bütün herkesi hayretler içerisinde bıraktı. Sarnıcın inşâatı kısa sürede tamamlandı.”
Şöyle anlatılır: “Sultan Alâüddîn devrinde, Dehlî şehri, kuzeyden gelen zâlim bir Moğol ordusu tarafından muhasara edilmişti. Targi adındaki bir kumandanın komutasındaki bu ordunun ilerlemesi sırasında, Sultân Alâüddîn’in en iyi birlikleri güneyde harb ediyor ve o yüzden bu güçlü ordu karşısında Dehlî’yi zayıf bir birlikle bir gün bile müdâfaa edemeyecek durumda bulunuyorlardı. Bu durumda sultânın tek sığınağı, Allahü teâlâ oluyordu. Sultân, Emîr Hüsrev vasıtasıyla Nizâmüddîn Evliyâ’nın himmetlerini taleb etti. O, sultânın ve Dehlî’nin bu acıklı durumunu duyunca, sâdece gülümsedi ve; “Sultâna selâmımı götürün. Endişe etmemesini söyleyin, İnşâallah Moğollar yarın sabah oradan çekilirler” buyurdu. Nizâmüddîn Evliyâ, sultâna bu haberi gönderdikten sonra, Allahü teâlâya, hocasını vesile ederek münâcaatta bulundu. Allahü teâlâ, Moğol komutanı Targi’ye, ülkesinin muhasara altında olduğunu gösterdi. Komutan, ülkesinin düşman tehlikesi altında bulunduğunu görünce, dehşete kapıldı. Derhâl, ülkesini kurtarmak için ordusunun geri çekilmesini emretti. Ertesi sabah sultan, muhasaranın kaldırılmış olduğunu ve bu velînin bereketi ile şehrin kurtulduğunu gördü.”
Şöyle anlatılır: “Birgün, Nizâmüddîn Evliyâ kaylûle yaparken, bir fakir birşeyler istemek için dergâha geldi. Fakat ona verilecek birşey kalmamıştı. Hizmetçiler onu, üzgün bir şekilde ve hayâl kırıklığına uğramış vaziyette geri gönderdiler. O anda Nizâmüddîn Evliyâ rü’yâsında, hocası Genc-i Şeker-i gördü. Hocası ona; “Senin kapında bir fakir vardı. Fakat birşey alamadan geri döndü. Eğer dergâhta birşey yoksa, en azından aşk verilmeli ve muhabbetle muâmele edilmelidir” dedi. Bu ikâz üzerine Nizâmüddîn Evliyâ çok üzüldü ve hizmetçilerine, bundan sonra herhangi bir kimse istirahat ederken gelirse, hemen haber vermelerini söyledi.”
Yine şöyle anlatılır: Birgün Feridüddîn-i Genc-i Şeker’in küçük kardeşi Hâce Necîbüddîn Mütevekkil’in oğlu Hâce Atâ, Nizâmüddîn Evliyâ’nın yanına geldi ve bir âmirin kendisine birşey vermesi için, tavsiye kabilinden bir not yazmasını istedi. Nizâmüddîn Evliyâ ona bunu yapamayacağını, çünkü bu âmiri tanımadığını izah etti. Bununla beraber, âmirden beklediğini, ona kendisinin verebileceğini teklif etti. Hâce Atâ kabûl etti. Fakat ayrıca âmire bir not yazması için ısrar etti. Nizâmüddîn Evliyâ, bunun, sûfilerin prensibine aykırı olduğunu söyledi. Bu, Hâce Atâ’yi kızdırdı. Nizâmüddîn Evliyâ’ya karşı hürmetsizlik ifâde eden ve küçümseyici sözler söylemeye başladı ve; “Sen, ancak benim dedemin kölesisin. Ben, senin hocanın oğluyum ve sâdece tavsiye mâhiyetinde bir not istiyorum. Sen bunu reddediyorsun” diye ilâve etti. Sonra Hâce Atâ, mürekkeb kabını hiddetle çarparak kırdı ve gitmek için ayağa kalktı. Fakat Nizâmüddîn Evliyâ onun gitmesine mâni olarak; “Hoşnutsuzlukla gitme, memnun bir hâlde git” buyurdular.”
Birgün Dehlî’de birkaç arkadaş, onun büyük şöhretine saygı gösterdikleri ve merak ettikleri için, Nizâmüddîn Evliyâ’ya gidip hürmetlerini arzetmeye karar verdiler. Onlardan birinin, evliyâya inancı yoktu. Onlarla beraber gitmeyi kabûl etmedi. Arkadaşları onu ikna etmek için ısrar etmeleri üzerine o, sâdece onun ma’nevî gücünü denemek üzere oraya gitmeyi kabûl etti. Giderlerken, yolda o büyük velî için biraz tatlı ve çiçek satın aldılar. Fakat onların inançsız arkadaşları, biraz toz alıp, onu bir kâğıt içerisine paketledi. Arkadaşları, Nizâmüddîn Evliyâ’nın huzûrunda tatlı ve çiçekleri koyunca, o da, tatlının yanına toz paketini koydu. Nizâmüddîn Evliyâ’nın hizmetçisi tatlıları alıp kaldırırken, o büyük velî, toz paketini işâret ederek; “Bu paketi götürme, onun içinde toz var” buyurdu. İnançsız kişi bu sözü duyunca dehşete düştü. Boğulacak gibi olduğu utanma duygusu ile, Nizâmüddîn Evliyâ’nın önünde gözlerini yukarıya kaldıramadı. O’nun ayaklarına kapanarak talebesi oldu.
Nizâmüddîn Evliyâ’nın talebelerinden, Mevlânâ Vecîhüddîn tüberküloz hastalığına yakalanmıştı. Hayâtından ümidini kestiği bir anda, arkadaşlarından ba’zısı, sıhhatine kavuşabilmesi için hava değişikliği tavsiye ettiler. Nizâmüddîn Evliyâ’nın dergâhına gidip, bir süre kalmasını söylediler. O, iftar vakti dergâha gitti. Nizâmüddîn Evliyâ’nın talebelerinden biri, hocaları, için tatlı bir ottan yapılmış yuvarlak tatlı getirmişti. Mahbûb-i ilâhî, Mevlânâ Vecîhüddîn’in de kendisiyle birlikte sofraya oturmasını istedi. O da sofraya oturarak, o tatlıdan iştahla yedi. Fakat o tatlı, tüberküloz hastaları için zararlı bir yiyecekti. Lâkin Allahü teâlânın lütfu ile, Mevlânâ’nın bu hastalığını tedâvi etti.
Birgün bir idârecinin evi, anî bir yangında yanıp kül oldu. Evde bulunan saltanat fermanı da evle birlikte yandı. Dehlî’ye giden bu kimse, çok büyük zorluklarla başka bir ferman aldı. Fakat evine dönerken, bu yeni fermanı da kaybetti. Ne kadar aradı ise, bulamadı. Son derece üzgün bir hâlde Nizâmüddîn Evliyâ’nın huzûruna geldi ve fermanın bulunmasında yardımcı olması için ona yalvardı. Nizâmüddîn Evliyâ da ona, “Bâbâ Ferîdüddîn’in rûhuna Fâtiha okursanız, Allahü teâlâ sıkıntınızın giderilmesinde size yardım eder” buyurdu. O kişi kabûl etti ve bir miktar tatlı almak için tatlıcı dükkânına girdi. Dükkân sahibi, tatlısını sarmak için ona bir kâğıt verdi. O, kâğıdı yırtmak istediyse de, tatlıcı buna mâni oldu ve onu öylece götürmesini istedi. O kişi, tatlıyı Nizâmüddîn Evliyâ’nın huzûrunda açarken, tatlıyı sardığı kâğıdın, kaybettiği ferman olduğunu gördü. Büyük bir minnet ve şükranla Nizâmüddîn Evliyâ’ya teşekkür etti ve sevinçle evine gitti.
Yine birgün bir zât, Nizâmüddîn Evliyâ’ya bir tavsiye mektûbu almak için geldi. Fakat, onun bunu vermeyi kabûl etmiyebileceğini düşünerek, huzûrunda düşündüklerim söylemeye cesâret edemedi. Nizâmüddîn Evliyâ, Allahü teâlânın izni ile onun aklından geçenleri anladı ve ona geliş sebebini sordu. Esas geliş sebebini söylemeye cesâret edemiyen zât; “Efendim! Ben sizin talebeniz olmak için gelmiştim” dedi. Buna karşılık Nizâmüddîn Evliyâ gülümsiyerek; “Zannediyorum, arzu ettiğin şey sana ihsân edilseydi, benim talebem olmayı teklif etmeyecektin” buyurdu. O zât, onun bu sözü karşısında şaşkına döndü ve söylediği yalan sözden dolayı çok utandı. Sonunda; “Efendim! Gerçeği söylemek gerekirse, Nagûr Vâlisi için sizin şerefli tavsiye mektûbunuzu almak için gelmiştim” diyerek, geliş sebebini i’tirâf etti. Nizâmüddîn Evliyâ, kâtibine, o zâtın tavsiyesi mâhiyetinde vâliye bir mektûp yazmasını söyledi ve neş’eli bir tebessümle ona mektûbu verdi.
Tarihçi Muhammed Kâsım’a göre 748 (m. 1347) senesinde, Güney Hindistan’da meşhûr Bahmanî Sultanlığı’nı kuran Alâüddîn Hasen Bahmanî, hayâtının ilk yıllarında çok fakir idi ve Dehlî’de bir Brehmen’in hizmetinde bulunuyordu. Bu kimse birgün, Nizâmüddîn Evliyâ’nın dergâhının kapısında dilenci olarak görüldü. O sırada içlerinde şehzâde Muhammed Tuğlak’ın da bulunduğu birçok insan, Nizâmüddîn Evliyâ ile görüşüp yemeklerini yemişler, dergâhtan çıkıyorlardı. Aniden Nizâmüddîn Evliyâ; “Bir sultân gitti, diğer sultân ise kapıda” dedi. Orada bulunanlar bu ifâdenin ma’nâsını anlamadılar. Daha sonra, Nizâmüddîn Evliyâ hizmetçilerinden birine, gidip kapıda duran bir dilenciyi içeri getirmesini emretti. Alâüddîn Hasen içeri geldiğinde, yiyeceklerin hepsi tükenmişti. Ona verilebilecek, iftar için ayrılan bir ekmekten başka hiçbir şey yoktu. Büyük velî, bu ekmeği parmağı üzerinde bir şemsiye gibi tutarak; “Buraya bak Hasen! Bu, uzun zaman ve gayret sonunda sana nasîb olacak sultanlığın, saltanat şemsiyesidir” dedi. Bu olaydan sonra, Hasen’in şansı yavaş yavaş açıldı ve büyük velînin dediği gibi, 748 (m. 1347) senesinde Bahmanî Sultanlığı’nın sultânı oldu. Taç giyme zamanında onun ilk emri, Nizâmüddîn Evliyâ’nın adına, o sırada Dekkân’daki halîfesi Burhânüddîn Garîb tarafından fakirlere dağıtılmak üzere, 38 kilograma yakın altın ve 72 kilograma yakın gümüş verilmesini emretmek oldu.
Nizâmüddîn Evliyâ’nın mübârek sözlerini ihtivâ eden beş önemli eseri vardır. Bunlar, Fevâid-ül-fevâd, Efdâl-ül-fevâd, Rahat-ül-mükâbin, Siyer-ül-evliyâ, Mıknatıs-ül-vehdat’tır. Bunlardan Fevâid-ül-fevâd, Hâce Hasen Sencerî tarafından hazırlanmıştır. Sencerî, Nizâmüddîn Evliyâ’nın Bedâyun’da çocukluktan arkadaşı idi. 73 yaşında iken, Nizâmüddîn Evliyâ tarafından bu yola çekilmiştir. Bu durum şöyle anlatılır. “Birgün Nizâmüddîn Evliyâ, ba’zı talebeleriyle beraber Hâce Kutbüddîn Bahtiyar Kâkî’nin türbesini ziyâretten dönüyorlardı. Yolda ba’zı türbelerin yanında Fâtiha okumak üzere durdular. O sırada çocukluk arkadaşı Hasen Sencerî’yi çok neş’eli bir hâlde gördü. Sencerî, Nizâmüddîn Evliyâ’yı ve yanındakileri görünce, şu Fârisî şiir tercümesini alaylı bir şekilde okudu:
“Yıllarca beraber bulunduk, fakat senin sohbetinin bir faydası olmadı. Senin acıman benim günahkâr hayâtımı düzeltmedi. O hâlde, benim günahkâr hayatım, senin acımandan daha kuvvetlidir.”
Nizâmüddîn Evliyâ gülerek; “Hasen, insanın sohbetinin ve arkadaşlığının netice vermesi de zaman ister. Sohbetin etkisi, insandan insana değişir” dedi. Bu sâde ve doğru sözler, Hasen Sencerî’nin kalbine ok gibi işledi. O neş’eli ve alaycı hâli birden kayboldu ve çocuk gibi ağlamaya başladı. Büyük velînin önüne çöktü ve geçmiş kötü hayâtı için tövbe etti ve onun sâdık bir talebesi oldu. 701 (m. 1301) senesinden 719 (m. 1319) senesine kadar hocasından duyduklarını kaydederek bir kitap yazdı ve bu kitaba Fevâid-ül-fevâd ismini verdi.
Nizâmüddîn Evliyâ buyurdu ki:, “Tasavvuf yolunda yedi çeşit tehlike vardır. Bunlar, ıraz, hicâb, tefasil, selb-i merid, selb-i kadem, teselli ve düşmanlıktır. Âşıkın bir hareketi veya davranışı, “Sevilen” tarafından beğenilmezse, maşuk âşıktan yüz çevirir. Buna ıraz denir.. Âşık bundan pişman olup, tövbe etmelidir. Pişmanlığı kabûl edilmez ise, ikisinin arasına hicâb (örtü, perde) girer. Bu hicabı kaldırmak için, âşıkın tövbe etmesi lâzımdır. Tövbesi kabûl edilmez ise, arada tefasil (ayırıcı, bölme) yer alır. Bu hâlde iken de tövbesi tekrar kabûl edilmez ise, o zaman âşık, itaat ve bağlılığının zevklerinden mahrûm kalır ve bununla beraber, önceki bağlılığının bütün meyve ve faydalarını da kaybeder ve bu, âşıkla maşuk arasında uçurumlar açar, âşık şüphelere düşer ve aşkı düşmanlığa dönüşür.”
“İnsanın îmânı, dünyâya ve onun altınlarına bir deve pisliğinden fazla değer vermediği ve Allahü teâlâdan başka hiçbir şeye güvenmediğinde ancak tamam olur. Kendine Allah âşığı diyen bir kimse, dünyâyı sever ve onu sevenlerle arkadaşlık yaparsa, o bir yalancı ve münâfıktır.”
“Bir talebe için, Allahü teâlâya bağlılığın şu altı esâsı vardır 1- Nefsini yenmek için insanlardan uzak kalmalıdır. 2- Her zaman temiz ve abdestli olmalıdır. 3- Hergün oruç tutmaya çalışmalı, yapamıyorsa az yemelidir. 4- Allahü teâlâdan başka herşeyden uzaklaşmaya çalışmalıdır. 5- Hocasına sâdık ve itaatkâr olmalıdır. 6-Allahü teâlâyı ve hakîkati herşeyden üstün tutmalıdır.”
“Bir talebe, şu dört şeyden sakınmalıdır 1- Dünyâ ehli ve özellikle zenginlerle görüşmekten, 2- Zikirden başka birşeyden bahsetmekten, 3-Allahü teâlâdan başka birşeye sevgi beslemekten, 4- Allahü teâlâdan başka bütün dünyevî şeylere kalbi bağlanmaktan.”
“Kalb kırmak, Allahü teâlânın lütfunu incitmektir. Neye uğrarsa uğrasın, sâlih kimse, asla kimseye kötü söylememeli ve la’net etmemelidir. İnsanların kabahatlerini açıklamamalıdır.”
“Komşunuz borç isterse verin. Başka şeye ihtiyâç duyarsa, verin. Hastalık ve felâkete uğradığında, sizin güleryüzünüze ihtiyâcı var ise, ona güleryüz gösterin. Vefât edince, cenâzesine katılın ve kurtulması için duâ edin.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Siyer-ül-evliyâ sh. 100, 151, 551
2) Ahbar-ül-ahyâr sh. 60
3) Fevâid-ül-fuât sh. 28, 75, 149
4) Nizâm-ı Ta’lim cild-2, sh. 94, 150
5) Cevâmi-ül-kelîm sh. 296
6) Saviours of Islamic Spirit cild-2, sh. 145
7) The Big Five of India in Sufism sh. 138
8) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 653, 664, 699, 1054
9) Nefehât-ül-üns sh. 583
10) Hadrat-i Mahbûb-i İlâhî (Hüseyn Dehlevî)