Yemen’de yetişen evliyânın büyüklerinden. İsmi, Seyyid Hatim bin Ahmed bin Mûsâ bin Ebi’l-Kâsım bin Muhammed bin Ebî Bekr bin Ahmed bin Ömer bin Ahmed bin Ömer Ehdel Yemenî el-Hüseynî olup seyyiddir. Nesebi Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) torunu olan hazret-i Hüseyn’e dayanmaktadır. Bunun için Hüseynî diye nisbet edilmiştir. Doğum târihi ve yeri bilinmemektedir. 1013 (m. 1604) senesi Muharrem ayının onyedinci günü Yemen’de deniz sahilinde bulunan Mehâ beldesinde, Pazar günü öğle vakti vefât etti. Evinin avlusuna defnolundu.
Zamanında bulunan âlimlerden ve tasavvuf büyüklerinden ilim öğrenerek yetişen Seyyid Ehdel, ilim ve evliyâlık yolunda yüksek derecelere erdi. Naklî ilimlerle birlikte, zamanının fen ilimlerini de bilirdi. Arabî lisânının bütün inceliklerine hakkıyla vâkıf idi.
Ebû Bekr eş-Şelî, Seyyid Ali bin Ma’sûm, talebesi İbn-i Abdullah el-Ayderûs ve oğlu Şeyh Abdülkâdir gibi zâtlar, kitaplarında Seyyid Ehdel’i anlatmışlar ve onu çok övmüşlerdir. Bu âlimler onun, gayet vera’ sahibi çeşitli ilim ve ma’rifetlerde, nazm ve nesirde zamanının bir tanesi olduğunu bildirmişlerdir.
Seyyid Ehdel Yemenî, çok beldelere seyahatler yaptı. Bir müddet Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevverede ikâmet etti. Daha sonra Yemen’de bulunan Mehâ beldesine gitti, ömrünün son otuzyedi senesi bu beldede geçti. Bu beldede hürmet ve i’tibârı çoğaldı. Şânı her tarafa yayıldı. Resûlullah efendimizden ( aleyhisselâm ) aldığı ma’nevî bir işâret ve emir ile, insanların terbiyeleri ile meşgûl olmak, onlara fâideli olmak üzere bu beldede vazîfelendirildiğini bildirdi. Âlimler ve başka zâtlar, Seyyid Ehdel’in ilmi ve evliyâlığının yüksekliği yanında, Mehâ’da bulunan diğer ilim sahiplerinin çok sönük kaldığını bildirirlerdi.
Rivâyet edilir ki: Seyyid Ehdel’in huzûr ve sohbeti ile bereketlenmek için başka yerlerden, insanlar akın akın gruplar hâlinde Mehâ’ya gelirlerdi. Her kime teveccüh ile nazar etse, o kimsenin bütün kötü hâlleri gider, yerine güzel sıfatlar gelirdi. İnsanlar ondan çok istifâde ettiler. Orada bulunan âlimlerden ba’zısı, bilhassa tasavvuf ilmine dâir kendilerine sorulan ve halledemedikleri suâlleri Seyyid Ehdel’e gönderirler, o da bu suâlleri en güzel sûretle cevaplandırırdı.
Seyyid Ehdel hazretleri, keşf ve kerâmet sahibi, yüksek bir velî idi. Daha sonra meydana gelecek ba’zı hâdiseleri, Allahü teâlânın bildirmesiyle kerâmet olarak senelerce evvel haber vermiş ve o hâdise aynen bildirdiği şekilde meydana gelmiştir.
Rivâyet edilir ki: Güç, kuvvet sahibi zâlim bir kimse, ileri gelen varlıklı bir kimseden, zorla, zulüm ile haksız olarak, bir miktar mal isteyip, vermezse ona bir kötülük yapacağını söyleyerek tehdit ediyordu. Bu mazlûm kimse, Seyyid Ehdel’e gelerek bu durumu anlattı. O da; “Sen ona istediğini götür ver. Fakat o senin götürdüğünü alamayacak. Merak etme!” dedi. O kimse söz dinleyerek, zâlimin istediği malı ona götürüp verdi. Tam o sırada o zâlim kimsede çok şiddetli bir ağrı başladı. Ne olduğunu anlıyamayarak ağrısının verdiği elem ile feryâd ederek ve mazlûm kimsenin getirdiği malı orada bırakarak çekip gitti. O mazlûm kimse bu hâlin, Seyyid Ehdel’in bir kerâmeti olduğunu anladı.
Yine rivâyet edilir ki: Seyyid Ehdel (r.aleyh), Harem-i şerîfte, talebelerinden birisiyle oturuyordu. Talebenin gönlünden o anda geçti ki; “Zamanın kutbu olan büyük âlim, umûmiyetle Mekke-i mükerremede bulunur. Acaba şu anda nerededir?” Seyyid Ehdel hemen o talebeye iltifât edip; “Git bak! O zât şu anda minberin üzerinde bulunuyor” dedi. Talebe bu sözden pek birşey anlamamakla birlikte, hemen kalkıp minberin yanına vardı. Orada uzun boylu, asker yapılı, heybetli bir zât gördü. Geri dönüp gördüğünü hocasına haber verdi. Hocasının işâret ve sözünü hâlâ anlayamamıştı. Seyyid Ehdel bu talebesine; “Ne ya’nî anlamıyor musun? Bizzat kendi sûretinde sana gelmesini ve; “Ben kutbum” demesini mi istiyorsun?” buyurdu. Bunun üzerine talebe, hocasının kerâmet olarak, kalbinden geçen düşünceleri anladığını, kutb olan âlimi gösterdiğini anlayıp, derhâl tekrar minberin yanına koştu ise de, o zâtın orada bulunmadığını, artık gitmiş olduğunu gördü. Bu hâlin hocasının bir kerâmeti olduğunu anlayıp, ona olan bağlılığı daha da arttı.
Seyyid Ehdel (r.aleyh) bir gece sohbet meclisi kurmak istedi. Hizmetçilerine gül suyu ve buhur (tütsü olarak yakılan güzel kokulu şey) hazırlamalarını emretti. Hizmetçiler güzel koku için yakılan ûd (meşhûr güzel kokulu ağaç) dalının bittiğini söylediler. O da üzerinde oturduğu minderin köşesini kaldırarak yeni ve kıymetli bir ûd çıkardı. Hâlbuki orada hiç ûd yoktu ve çıkardığı ûd bitmiş olanın aynısı idi. Bunun, Seyyid Ehdel’in bir kerâmeti olduğu anlaşıldı.
Birgün hizmetçilerinden biri Seyyid Ehdel’e gelerek dedi ki: “Efendim! Dergâhın ihtiyâçları için ba’zı şeyler satın almamız lâzım. Fakat elimizde para da kalmadı.” Seyyid Ehdel, hizmetçinin bu sözü üzerine orada bulunan bir mendilin arasından bir miktar gümüş para çıkarıp hizmetçiye verdi. Hizmetçi diyor ki: “Ben iyi biliyorum ki, o mendil boş idi. Fakat o kerâmet olarak mendilin arasından para çıkardı.” Bundan sonra Seyyid Ehdel hazretleri; “Almamız îcâb eden şeyler için, ihtiyâç miktarı kadar tasarrufta bulunmak üzere bizlere ruhsat, izin vardır” buyurdu.
Seyyid Ehdel Yemenî zamanında, vaktin sultânı, ba’zı senelerde, piyasada mevcûd olan sikkeleri (basılmış paraları) değiştirir, yenilerdi. Böyle olunca da, elinde eski paralardan bulunanlar zarar ederler, zor duruma düşerlerdi. Yine böyle bir senede sikkeler değiştirilince, elinde eski paralardan bulunan bir zât gelerek durumunu Seyyid Ehdel’e anlattı. Elinde bulunan paraların geçmez olduğunu böylece çok zor durumda kaldığını bildirdi. Seyyid Ehdel o kimseyi, Zebîd beldesinde bulunan evliyâ bir zâtın yanına gönderdi. “O senin işini hâlleder” buyurdu. O kimse, Zebîd’de bulunan zâtın yanına gitti ve durumunu anlattı. Seyyid Ehdel’in selâmını söyleyerek, işini hâlletmek üzere kendisini ona gönderdiğini söyledi. O zât bunları dikkatle dinleyip anladıktan sonra; “Seyyid Ehdel bu işi bizden daha iyi hallederdi. ama madem ki bize gönderdi, biz de sana yardımcı olalım. Filan yerdeki mescide git. Orada şöyle şöyle şekilde bir zât vardır. O sana yardımcı olur” dedi. O kimse bildirilen mescide gidip, ta’rîf edilen zâtı buldu. O zât gelen kimseye; “Şu mahalleye gir. Eski ayakkabıları ta’mir eden bir ta’mirci vardır. Ona git” dedi. O da bildirilen yere gidip ayakkabı ta’mircisini buldu. Ta’mircinin yanında büyükçe bir su kabı vardı. Eski ayakkabıları dikmekte kolaylık olmak üzere yumuşamaları için o suyun içinde bir miktar bekletirdi. O kapta bulunan su, eski ayakkabılar atıla atıla bozulup, kokmuş, yanına varanları rahatsız eder bir hâl almıştı. Gelen kimse, bu rahatsız edici kokular arasında bulunan ta’mircinin böyle mühim bir işi nasıl hâlledeceğini merak etmekte idi. Ümitsiz olmakla beraber gelmişken tamamen boş dönmemiş olmak için içinde bulunduğu durumunu ve müşkilini, ta’mirciye anlattı. Ayakkabı ta’mircisi olan zât, anlatılanları iyice dinleyip mes’eleyi anladıktan sonra, gelen kimsenin elinde bulunan ve içinde eski geçmez paralar bulunan büyük keseyi alıp o suyun içine batırdı ve o kimseye de biraz durmasını söyledi. Paraların sahibi olan kimsenin merak ve hayreti ve ümitsizliği daha da arttı. Eski paraları yenileri ile değiştirmek isterken eskilerini de kaybettiğini düşünerek çok üzüldü. Ayakkabıcı zât biraz sonra elini sokup keseyi çıkardığında, paraların sahibi olan kimse gözlerine inanamadı. Sanki eski paralar kaybolmuş, yerine yeni basılmış paralar gelmişti. Çok hayret etti. Ayakkabı ta’mircisi olan zât bundan sonra, kerâmet göstermiş olduğu için mahzûn ve üzüntülü bir şekilde; “O mescidde karşılaştığın zât, Hızır aleyhisselâm idi. Bu tenhâ yerde, bu köhne dükkânda, bu tiksindirici kokular arasında kendi hâlimde yaşıyordum. Kimse de benim hâlimi bilmiyordu. Seni buraya gönderenler beni ele verdiler. Sırrımı ifşa ettiler” diyerek çok mahcûb oldu. Bu hâdiseden onüç gün sonra da vefât etti.
Rivâyet edilir ki: İftirâcı bir kimse, Seyyid Ehdel’i sevenlerden birinin yanında, iftiralarda bulunup, onun hakkında uygunsuz sözler söyledi. Onun bu hâli Seyyid Ehdel’in kulağına gittiği zaman; “O kimse Yemen yolunda cezasını bulur” buyurdu. Bundan bir müddet sonra o iftiracı kimse Yemen’e gitmek üzere yola çıktı. Bir yerde konakladı. Dinlenmek üzere uzanmıştı. O esnada zehirli bir yılan gelerek, o iftirâa, ağzı açık uyurken, dilinin ucunu ısırdı. Dili çok şişerek nefes alamaz oldu ve çok büyük acı ve ızdırap içinde korkunç bir şekilde öldü. Böylece, büyüklere dil uzatmasının cezasını daha dünyâda iken görmüş oldu.
Talebelerinden ârif bir zât şöyle anlatır: “Hocalarımız arasında Seyyid Ehdel’den başka ilim ve hâlin kendisinde bu kadar toplandığı başka bir zât görmedim. İlmini görsen ilmini ameline tercih eder, “Bu zâtın ilmi amelinden çokdur” dersin. Amelini görsen, amelini ilmine tercih eder, “Bu zâtın ameli ilminden daha çoktur” dersin. Ya’nî ilmi ve ameli birbirinden üstün idi.” Şairliği de kuvvetli olup birbirinden güzel şiirler söylemiştir. Talebelerinden birisi, onun şiirlerini toplayarak bir dîvân meydana getirmiştir. Talebelerine; “Benden duyduklarınızı yazın” der, ba’zan da bizzat kendisi söyleyip yazdırırdı.
Seyyid Ehdel Yemenî, dinimizin emirlerine son derece bağlı çok yüksek bir zât idi. Denilmiştir ki: O ism-i a’zam duâsını biliyordu ve yaptığı duâları Allahü teâlâ kabûl ederdi. Son derece zühd sahibi idi. Dünyâ düşünceleri kalbinde kat’iyyen bulunmazdı. Vezirler, âmirler, ileri gelenler, onunla buluşmak, beraber olmak isterler, o ise zühdûnun çokluğundan dolayı bundan kaçınırdı. Dünyâ mes’elelerine dalmak korkusu ile onlarla fazla beraber bulunmazdı. Dünyâ ile hiç alâkası yoktu. Bunun için vefâtından sonra hiç malı kalmamıştır. Her hâli, bütün sıfatları, güzel, kâmil ve olgun idi.
O zamanda bulunan evliyâdan Sâim-üd-dehr diye tanınmış Seyyid Ebû Bekr isminde meşhûr bir zât vardı. O zât Seyyid Ehdel hazretlerine çok hürmet eder, onu evinde sık sık ziyâret ederdi.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Hulâsat-ül-eser cild-1, sh. 496
2) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-1, sh. 386