Osmanlı âlim ve evliyâsından. İsmi Yahyâ nisbeti Beşiktâşî olup, Şamlı Ömer Efendi’nin oğludur. Aslen Amasyalıdır. Beşiktâşî Müderris Yahyâ Efendi; İbn-i Ömer el-Arabî, Yahyâ bin Ömer Beşiktâşî ve Molla Şeyh-zâde gibi isimlerle tanınıp meşhûr olmuştur. 900 (m. 1494) senesinde Trabzon’da doğdu. 977 (m. 1569) senesinde İstanbul’da vefât etti. Kabri, Beşiktaş ile Ortaköy arasında yaptırdığı ve kendi adıyla anılan câminin yanındadır. Vefâtının 978 (m. 1570) ve 979 (m. 1571) senesi olduğu da rivâyet edilmiştir.
Yahyâ Efendi’nin babası Şamlı Ömer Efendi, uzun müddet Trabzon’da kadılık yaptı. Yahyâ Efendi orada dünyâya geldi. Kanunî Sultan Süleymân da, Trabzon’da aynı sene aynı haftada doğdu. Kanunî ile süt kardeşi oldular. Kanunî, Yahyâ Efendi’ye “Ağabey” derdi.
İlk tahsilini, babasından ve orada bulunan başka âlim zâtlardan yapan Yahyâ Efendi, küçüklüğünden i’tibâren ilim ve ibâdete rağbet ederek yetişti. Çok riyâzet ve mücâhede yaptı. Zâhirî ve batınî ilimlerde yüksek derecelere, ma’nevî olgunluklara kavuştu. İlimdeki kemâlâtını arttırmak ve daha yükseklere kavuşmak maksadıyla, hilâfet merkezi olan İstanbul’a geldi. Zenbilli şöhretiyle meşhûr, Müftiy-ül-en’âm Ali Cemâlî Efendi’nin hizmet ve sohbetlerine kavuştu. Vefâtına kadar sohbetlerine devam etti.
Kanunî Sultan Süleymân, Sultan olunca, ona çok yakın alâka gösterdi. Çok yardım edip, İstanbul’daki meşhûr yerine yerleştirdi.
Ali Cemâlî Efendi’nin vefâtından sonra müderris oldu. Yahyâ Efendi, çeşitli medreselerde vazîfe yaptıktan sonra, 960 (m. 1553) senesinde, Sahn-ı semân medreselerinden birinde müderris oldu. İki sene sonra da emekli oldu. Emekliliğinden sonra inzivâyı (yalnız kalıp, hep ibâdet ve tâat ile meşgûl olmayı) tercih etti. Beşiktaş’ta satın aldığı deniz kenarında bulunan bahçesinde, bir ev ve mescid yaptırdı. Sonraları evin etrâfında; medreseler, hamam ve orada kalanların barınacakları odalar ve yol üzerinde herkesin gelip geçtiği bir yerde de, çok güzel bir çeşme yaptırdı. Kendisi pek maharetli idi. İnşâat işlerini bizzat kendisi yapardı. Yaptığı çeşmenin târihî olması bakımından, kitabesi için yazdırdığı şu beyt meşhûrdur:
“Bina târihi bu inşâlar olsun
Konup içenlere sıhhâlar (safâlar) olsun”
Askerî ve mülkî erkân, ahâlinin ileri gelenleri, çevredeki ve uzak yerlerdeki insanlar, tüccârlar ve bilhassa gemiciler Yahyâ Efendi’yi ziyâret ederler, hediye ve adak gönderirler, hacetleri için duâ isterlerdi. Yahyâ Efendi, yanına gelen her ziyâretçiye, çeşit çeşit yemekler, şerbetler ve meyveler ikram eder, geleni boş çevirmezdi. İyilik, ikram ve ihsânları pekçok idi. Ba’zan şehrin ileri gelen zâtlarını, ilim sahiplerini da’vet eder, çeşit çeşit ikramlarda bulunurdu. Ba’zan da fakirlere, yoksullara ziyâfet çeker, gönüllerini alırdı. Her sene Resûlullah efendimizin, dünyâya teşrîflerinin sene-i devriyyesi olan mevlid kandilinde, daha çok iyilik ve ikramlarda bulunur, daha geniş ziyâfetler verirdi. İlim talebelerinden, fakirlerden ve zayıflardan ziyâretine gelenlere çok sadakalar verir, en aşağı hediyesi kayık ücreti olurdu. Bahçesinde bulunan meyvelerden Kanunî Sultan Süleymân Hân’a takdîm ve hediye eder, Sultan da ona, maddî yardımda bulunurdu. Yahyâ Efendi’nin emeklilik ücretini, günlük elli akçe iken yüz akçeye çıkardı.
Beşiktâşî Müderris Yahyâ Efendi, ömrünün sonuna kadar Beşiktaş’taki yerinde, ibâdet ve mücâhede ile vakit geçirdi. 977 (m. 1569) senesi Zilhicce ayında, kurban bayramı gecesi vefât etti. Vefâtında seksen yaşına yaklaşmış idi. Kurban bayramı günü, Süleymâniye Câmii’nde, bayram namazından sonra cenâze namazı kılındı. Cenâze namazını Şeyhülislâm Ebüssü’ûd Efendi kıldırdı. Bahçesi yakınında bulunan ve daha önceden hazırladığı kabrine defn olundu. Cenâzesinde vezirler, âlimler, zenginler ve fakirlerden müteşekkil çok kalabalık bir cemâat hazır bulundu. Bu cemâat, onun hâlinin iyi olduğuna, sonunun hayırlı olduğuna, tam ve âdil bir şâhid idi. Vefât gecesinde; âlimler, hafızlar, vâ’izler, imamlar, tasavvuf büyükleri Kur’ân-ı kerîm okudular. Kelime-i tevhîd ve tesbîh ile o geceyi ihyâ edip, sevâbını o büyük zâtın rûhuna hediye ettiler. Kabri üzerine İkinci Selim Hân tarafından türbe yaptırıldı. Daha sonra gelen Osmanlı sultanları, Yahyâ Efendi’nin türbesinin, câmi ve zaviyesinin ve diğer külliyâtının bakım ve ta’mirini büyük bir hassasiyetle ve aksatmadan yapmışlardır.
Yahyâ Efendi, çeşitli ilimlerde söz sahibi olup, naklî ilimlerden başka; tıb, hikmet, hendese ve fizik gibi aklî ilimlerde de mehâret ve ihtisas sahibi idi. Duâsı Allahü teâlânın izniyle hastalara şifâ olurdu. Kendisi, hem zâhiri, hem de bâtınî kemâlâta sahip idi. Üveysî idi. Dil ve gönül ehli, şâir, tabîb, hakîm, cömert, kerîm (iyilik edici), şefkatli, yumuşak huylu, zekî, iyi huylu, takvâ ve güzel ahlâk sahibi bir zât idi. Ziyâretine gelenler, onun kereminden, kerâmetinden, hikmetli sözlerinden, tıbba dâir bilgilerinden, ilim ve faziletinden istifâde ederler, feyz almış olarak dönerlerdi. Sohbetinde bulunanların herbirine “Âşık” diye hitâb ederdi. Sohbetlerinde din büyüklerinden bahseder, onların menkıbelerini, güzel hâllerini anlatırdı.
Yahyâ Efendi’nin ( radıyallahü anh ) iyilik, ikram ve ihsânları pekçok olmakla birlikte, kendisi gayet sâde bir hayat yaşar, her türlü lüzumsuz âdetten kaçınır, resmiyetten uzak dururdu. Tekellüften (fazla masraftan) uzak olup, elbisesi ve sarığı sâde idi.
Çeşitli yerlerden adak ve hediye olarak gelen malların çoğunu, bina yapmakta ve bahçesinin bakımında harcardı. Her tarafta binalar yapardı. Yaptığı inşâatın biri tamam olmadan diğerine başlardı, inşâ ettiği; mescid, medrese, tıb mektebi, hânekâh, hamam gibi binalar idi. İnşâat işinde çok mahir idi. Dağları kazdırır; toprakları indirip, deniz sahillerini doldurur, oralara yeni binalar yapardı. Böyle çok bina yapmasının hikmeti suâl edildiğinde şöyle cevap verirdi: “Bekâra sûresi 36. ve A’râf sûresi 24. âyet-i kerîmelerinde meâlen; “... Yeryüzünde sizin için bir vakte (ömrünüzün, ecelinizin sonuna) kadar, yerleşmek, geçinmek ve menfaatlenmek vardır” buyuruldu. Bizim ve bizden sonra gelip yolumuzda olanlar için, en güzel kalma yerleri, en münâsip ve lâzım olan yerler böyle binalardır. Bunun için bu tip binâların inşâsına bu kadar gayret ediyoruz.”
Rivâyet edilir ki, Yahyâ Efendi’nin, Apostol isminde hıristiyan bir komşusu vardı. Birgün bu Apostol, denizde fırtınaya tutuldu. Kendisi hıristiyan olduğu hâlde, Yahyâ Efendi’nin hürmetine duâ ederek kurtuldu. Evine gelince, Yahyâ Efendi’ye hediye götürmek istedi. Kendi âdetlerince, mühim ve kıymetli hediye sayılan yıllanmış şarap alarak Yahyâ Efendi’nin dergâhına gitmek için yola çıktı. Getirdiği şarap, dergâhın yokuşunda, daha oraya, varmadan nar suyu hâline döndü. Bu apaçık kerâmetleri gören Apostol, müslüman olmakla şereflenip, Ali ismini aldı. Arsasını Yahyâ Efendi’ye hediye etti ve kendisi de onun talebeleri arasına katıldı. Bu Zât, Yahyâ Efendi ile aynı türbede, onun kabrinin ayakucunda yatmaktadır.
Kanunî Sultan Süleymân Hân, Yahyâ Efendi’nin pek yüksek bir zât olduğunu, Hızır aleyhisselâm ile görüştüğünü bilir, kendisini de Hızır aleyhisselâm ile görüştürmesini isterdi. Aralarında geçen bir menkıbe şöyle anlatılır:
Kanunî, birgün kayıkla Boğaz’da gezmeye çıkmıştı. Ortaköy hizasına gelince kıyıya yanaşıp, bir adam göndererek Yahyâ Efendi’yi çağırttı. O da yanında bir ahbabı ile gelip kayığa bindiler. Birlikte giderlerken, Yahyâ Efendi’nin ahbabı, devamlı olarak Kânûnî’nin parmağında bulunan çok kıymetli bir yüzüğe bakıyor ve bu bakış dikkati çekiyordu. Kanunî bu hâli farkedince, parmağındaki o kıymetli yüzüğü çıkarıp; “Buyurun, daha yakından iyice bakıp inceliyebilirsiniz” dedi. O zât yüzüğü aldı. Evirip çevirdikten sonra, denize atıverdi. Yahyâ Efendi hâriç, kayıkta bulunanlar çok hayret ettiler. Bir müddet gittikten sonra, o zât inmek istediğini bildirince, kayık kıyıya yanaştı. O zât, ineceği sırada denizden bir avuç su alıp Sultân’a uzattı. Avcundaki suda, biraz önce denize attığı yüzük vardı. Yahyâ Efendi hâriç, kayıkta bulunan herkes, yine çok hayret ettiler. Kanunî, elini uzatıp yüzüğü alınca, o zât birdenbire gözden kayboluverdi. Kanunî, Yahyâ Efendi’ye dönüp; “Ağabey, neler oluyor?” dedi. O da; “O gördüğünüz Hızır aleyhisselâm idi” dedi. Bunun üzerine Kanunî; “O hâlde bizi niye tanıştırmadınız?” deyince, Yahyâ Efendi “O kendini tanıttı. Ama siz tanımakta geç kaldınız” buyurdu.
Avrupa’da Kara Pehlivan ismiyle meşhûr olan ve bütün güreşçileri yenen gayr-i müslim bir güreşçi vardı. Bu güreşçi bir ara İstanbul’a geldi. Bütün güreşçilere meydan okuyor, hiçkimsenin kendisiyle güreşmeye cesâret edemiyeceğini söylüyordu. Yahyâ Efendi ( radıyallahü anh ), İslâmiyetin şerefini, vekarını korumak için, güreşmek üzere o meşhûr pehlivanın karşısına çıktı. Kendisi daha önce hiç güreşmezdi. Herkes bu duruma çok hayret etti. Pehlivanlar meydana çıktığında, binlerce insan merak dolu bakışlarla ve endişe ile neticeyi bekliyorlardı. Nihâyet Yahyâ Efendi, Kara Pehlivan ile karşılaştı. O meşhûr, mağrur ve kendini beğenen Kara Pehlivan’ı bir elense ile yeniverdi.
Kara Pehlivan, bu zâtta gördüğü kuvvetin normal birşey olmadığını, bu hâlin o büyük zâtın bir kerâmeti olduğunu anladı. O anda kalbinde bir değişiklik hissetti. Gönlü adetâ Yahyâ Efendi’ye bağlanıp kaldı. Nihâyet onun huzûrunda müslüman olmakla şereflenip, talebeleri arasına katıldı.
Yahyâ Efendi’nin iki oğlu olup, her ikisi de babaları gibi ilim, irfan âşığı kimseler idi. Babalarının yolunda bulunmuşlar, vefâtlarında aynı türbeye defn olunmuşlardır.
Yahyâ Beşiktâşî hazretlerinin şairliği de kuvvetli idi. “Müderris” mahlasıyla tasavvufî şiirleri ve müretteb dîvânı vardır. Kabrinde, başucunda bulunan taştaki şiir şöyledir:
Mürşide îr mürşide sen,
Göresin Hâlık-ı ahsen.
Kalksın ağyar cümle bir ten,
Göresin Hâlık-ı ahsen.
Hakdan edersen suâl,
Cümle âlem zıl ve hayâl
Hayâlime gel olma melal,
Göresin Hâlık-ı ahsen.
Yahyâ Beşiktâşî hazretlerinin “Müderris” mahlasıyla yazmış olduğu şiirlerinden seçmeler:
Hep gelenler, yana yana, geldi gitti dünyâdan,
Şimdi nevbet bana geldi, döne döne yanayım ben.
Ledün ilmini ehliyle, hemen Mevlâ bilir derler,
Mesâil ki ola şer’î, onu Molla bilir derler.
Gönül bahrinde meknûnu, ne bilsin sâyir-i sahil,
Derûn-i dürr-i deryayı, yine derya bilir derler.
Belagat ehli nazmıyla eder dil ehlini teshîr,
Bu sırrı anlamıyanlar onu esma bilir derler.
“Müderris” Sühte cerâyet medâris yap ki hikmet çün
Yalan olmasın onlar ki seni kimya bilir derler.
Şiirin açıklaması şöyledir:
(Ledün ilmini, Allahü teâlâ ve O’nun ihsân ettiklerinden çok az kimse bilebilir. Zâhirî hükümleri ise diğer âlimler bilir.)
(Gönül denizinde neyin gizli bulunduğunu, sahilde yürüyen ne bilsin? Derya içinde bulunan kıymetli inciyi, yine derya bilir. Dışarıda bulunanlar anlıyamaz.)
(Belagat ehli, güzel şiirler söyliyerek, gönül ehlini kendilerine çeker, onlara çok te’sîrli olurlar. Bu ince sırrı anlamayanlar ise, o belagat sahibini, çok isimler biliyor zannederler, bundan ilerisini anlıyamazlar.)
Gençliği gitmiş olan Müderris! Herkes senin için; “Kimya ilmini biliyor” diyorlar. Hikmet ilimlerinin okutulduğu medreseler yap ki onların söylediklerinin yalan olmadığı anlaşılsın.
Nideyim bu mülk-i dünyâyı,
Usandım cümle varımdan,
Anladım ki bakî değil,
Yüz çevirdim diyârından.
Nedir örf ve izafetler?
Nedir zevkü ziyâfetler?
“Müderris” suhte (yanmış) isen,
Geç halâs ol nûr nârından,
Ârif ol ey gönül sen,
Kalma sakın zevale.
Hakka yarar iş eyle,
Aldanma hiç hayâle
Rivâyet edilir ki: Belbân isminde, gayr-i müslim bir çobanın sürüsünden, iki adet koyun kaybolmuştu. Kaybolan koyunlar, Yahyâ Efendi’nin dergâhının bahçesine gelmişlerdi. Çoban, koyunlarını ne kadar aradıysa da bulamadı. Nihâyet orada bulunduklarını öğrenip, doğruca dergâha geldi. Yahyâ Efendi’nin, müslümanların büyük bir âlimi ve velîsi olduğunu işitmişti. “Acaba bana nasıl alâka gösterir Benimle ilgilenir mi? ilgilenmez mi? Eğer benimle ilgilenir, aç ve yorgun olduğumu anlayıp; taze ekmek, tereyağı ve bal ikram ederse, onun hakîkaten büyük bir zât olduğunu anlarım” gibi düşünceler ile Yahyâ Efendi’nin huzûruna girdi. Yahyâ Efendi onu görünce, o daha hiçbirşey söylemeden; “Bu kişi, koyunlarını ararken, dağ ve taş demeden dolanıp çok yorulmuş ve acıkmıştır. Buna taze ekmek, tereyağı ve bal getirin” diye orada bulunan hizmetçiye emretti. Emredilen yiyecekler, derhâl hazırlanıp getirildi. Ortaya konunca, Yahyâ Efendi Belbân’a; “İşte sana tereyağı, mumlu bal ve taze nân (ekmek), dilersen yağa ban, dilersen bala ban.” dedi ve tebessüm ederek, yemesi için işâret etti. Bunun üzerine Belbân îmân etmekle şereflenip müslüman oldu. Bu ni’metin şükrânesi olarak, Allah rızâsı için, kendisinin olan o iki koyunun kesilmesini ve orada bulunanlara ikram edilmesini istedi. Bunun üzerine Yahyâ Efendi, şu şiiri söyledi:
Sabahleyin iki ganem (koyun),
Menzile mihmân (misâfir) geldi.
Her görenler dediler,
“Tekkeye kurbân geldi.”
Yolda çokdur çalıcı,
Onları, çaylak gibi.
Her aç olan ona der;
“Derdime derman geldi.”
Bir koyundan küçüktür,
İki koyunu pençeler,
Çekip orada yutar, Der:
“Bize ihsân geldi.”
Ey “Müderris” ola gör,
Râ’î (çoban) bugün bunlara sen!
Enbiyâ zümresi hep
Âleme çoban geldi.
Yahyâ Efendi’nin ( radıyallahü anh ) tıb mektebini yaptıktan sonra, o mektep için söylediği şiir:
İlm-i tıb için gerekdir medrese.
Ona himmet lâzım olur herkese.
Hak yolunda yâr olanlar sıdk ile,
Kimi kuvvet harc ede, kimi kese.
Eğer Şîrin aşkına Ferhâd var ise,
Gâhi taş taşıya gâhi dağ kese.
Âdem’in (aleyhisselâm) binasını kıldıkda Hak.
Sanmayın ki eyledi bî-hendese,
Ey “Müderris” erdin ise nüz’a sen (ömrünün sonuna),
Kalan ihvana çok gerekdir medrese.
Bir başka şiiri:
Ehl-i derdin derdine,
Derman iken tekrâr-ı Hû
Sır nedir ki inletir,
Âşıkları ezkâr-ı Hû.
Söyleme hiç boş kelâmı,
Hû’ya sarfeyle ömrünü.
Eriştirir çok yükseğe,
Seni ezkâr-ı Hû.
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
İlâhî ben garîbe eyle inâyet (yardım),
Senin vuslatına eyle hidâyet.
Felekler gibi ser-kerdân (başı döner) oldum.
Yitirdim ben beni hayran oldum.
Yanarım gece gündüz bu âteş ile,
Yürürüm halk içinde bu âteş ile
Yüzümü su gibi sürerim yerlere,
Ararım bir devây-ı dil bu yârelere
Ayağına olurum herkesin hâk (toprak),
Kılar diye birisi kalbimi pak.
Kurtaramaz kimse kendini şerden
Kim ola gidere, şerr-i beşerden
Kaldır Yâ Rab! Ara yerden hicabı
Hevâyı, âteşî, âb ve türabı.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Sicilli Osmanî cild-4, sh. 633
2) Tezkiret-üş-şu’arâ cild-2, sh. 882
3) Rehber Ansiklopedisi cild-18, sh. 68
4) Mir’ât-ı İstanbul sh. 290
5) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1083
6) Şakâyık-ı Nu’mâniyye zeyli (Atâî) sh. 147
7) Menâkıb-ı Beşiktâşî Müderris Yahyâ Efendi İbni Ömer el-Arabî (Matbaa-i Osmâniyye İstanbul-1314)
8) Sefînet-ül-evliyâ cild-2, sh. 61