Dördüncü Osmanlı pâdişâhı. Âlim ve evliyâ dostu. Üçüncü Osmanlı Sultânı Murâd-ı Hüdâvendigâr’ın oğlu ve Çelebi Sultan Mehmed Hân’ın babasıdır. Annesi Gülçiçek Hâtun’dur. 761 (m. 1360) yılında Sultan Orhan Gâzî’nin vefât edip, Murâd-ı Hüdâvendigâr’ın tahta çıktığı gün doğdu. Daha şehzâde iken gösterdiği cesâret ve kahramanlıklardan dolayı, “Yıldırım” lakabı verildi. Babasının Kosova meydanında şehâdeti üzerine, Osmanlı Sultânı, oldu. 805 (m. 1402) yılında Tîmûr Hân’a esîr olup, üzüntü ile nefes darlığı hastalığına yakalanarak, Akşehir’de vefât etti. Oğlu Mûsâ Çelebi tarafından Bursa’ya götürülüp, türbesine defnedildi.
Şehzâde Bâyezîd, küçük yaştan i’tibâren zamanın en mümtaz ilim adamlarından ilim öğrendi. Bursa kadısı Koca Mahmûd, Kadıasker Çandarlı Halîl, Karamanlı Molla Rüstem ve Molla Fenârî gibi âlimler, belli başlı hocaları arasındaydı. Meşhûr kırâat âlimi Muhammed Cezerî’den kırâat ilimlerini öğrendi. Babasının en seçme silâhşörlerinden askerlik eğitimi gördü. Osmanlının değerli kumandanlarından komutanlık dersleri aldı. Lalası Fîrûz Bey ile birlikte, 788 (m. 1386)’de Amasya’ya vâli ta’yin edildi. Şehzâde Bâyezîd, Amasya’ya vanhca, şehirde sulh ve sükûnu te’min etti. Daha önce mevcût olan karışıklıklar sebebiyle başka taraflara göç etmiş olanlar, tekrar Amasya’ya geldiler. Bunlar arasında Ebû İshak Kazrûnî’nin torunlarından Şeyh Şemseddîn Müeyyed Çelebi ve dâmâdı ve halîfesi Divriklizâde Şeyh Ali Yâr bin Şehsüvâr gibi ilim ve irfan ehli, gönül ve kerâmet sahibi mübârek kimseler de vardı. Şehzâde Bâyezîd, bu mübârek kimselerin ilim ve feyzinden istifâde için, eline geçen fırsatı değerlendirdi. Aklî ve naklî ilimlerde bilgisini arttırmaya, ahlâkını güzelleştirmeye, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını yaymağa gayret etti. Aynı zamanda devletin kânun ve nizâmı da demek olan fıkıh bilgilerinde çok ilerledi. Babası Murâd-ı Hüdâvendigâr’ın emri üzerine, yerine Amasya beylerbeyi olarak ta’yin edilen Hâcı Şâdgeldi Paşazâde Ahmed Paşa’yı bırakıp, yanına topladığı askerlerle babasının yanına gitti. Yanında çok sevdiği hocaları Şemseddîn Müeyyed Çelebi ve dâmâdı Ali Yâr Çelebi’yi de götürdü. Rumeli’de, Avrupa’dan toplanıp gelen haçlı askerleri ile 791 (m. 1389) yılında yapılan Birinci Kosova savaşına katıldı. Kardeşi Şehzâde Ya’kûb’la beraber büyük kahramanlıklar gösterdi. Babasının bir Sırplı tarafından savaş alanında şehîd edilmesi üzerine, devlet ileri gelenlerinin müşterek kararı ile Osmanlı tahtına çıktı. Allahü teâlânın dînini yaymak, Resûl-i ekremin ( aleyhisselâm ) güzel yolunu bildirmek için cihâd bayrağını eline aldı. Baba ve dedelerinden kendisine mîrâs kalan cihâd aşkı, din gayreti, güzel ahlâk ve babasının bıraktığı güçlü ve disiplinli ordu, sağlam karakterli devlet adamları, haksızlığa, gayr-i meşrû işlere rızâ göstermeyen, yalnız Allahü teâlânın rızâsı için çalışan âlimler, Yıldırım Bâyezîd Hân’a büyük destek oldular. Sultan Murâd-ı Hüdâvendigâr, oğluna Anrasya’dan Yugoslavya’ya, Seydişehir’den Kosova’ya kadar, Asya ve Avrupa’da beşyüzbin kilometrekarelik arazi bırakmıştı. Otuz yaşındaki genç sultânın en büyük yardımcısı, babasının mirası olan Çandarlızâde Ali Paşa idi. Çandarlı Halîl Hayreddîn Paşa’nın oğlu olan Ali Paşa da, babası gibi kadıaskerlikten gelmiş, iyi bir tahsil görmüştü.
Sultan Yıldırım Bâyezîd, Anadolu birliğini bir an önce te’min edip, küffâr ile çarpışmak, Allahü teâlânın dînini daha çok kimselere duyurmak, yıllardır ızdırap içinde sıkıntı çeken, huzûr ve sükûna muhtaç Anadolu müslümanlarını rahata kavuşturmak için faaliyete geçti. Yıldırım lakabına uygun şekilde Anadolu’ya yaptığı birinci seferde, Batı Anadolu’daki beyliklerin bir kısmını aldı. İkinci seferde Konya’ya kadar ilerledi. Eniştesi Karamanoğlu Alâeddîn Ali Bey’le andlaşma yaptı. Karamanoğlu topraklarından bir kısmını Osmanlı topraklarına katıp, geri kalanını bıraktı.
Bizans İmparatoru Beşinci İoannes’in Bizans surlarını tahkim etmesine şiddetle karşı çıkan Yıldırım Bâyezîd Hân, altmış parça gemiden meydana gelen Osmanlı donanmasını hazırlatıp Ege denizine gönderdi. Ba’zı adaları fethetti. Bu arada Bizans İmparatoru öldü. Yerine, o sırada Bursa’da gözaltında bulunan oğlu Manuel geçti. Manuel, babasının öldüğünü haber alınca, bir gece sessizce Bursa’dan kaçmıştı. Sultan Yıldırım Bâyezîd, Bizans’ı ilk defa kuşatma altına aldı. 793 (m. 1391)’de yedi ay süren kuşatmada; kendini yıpratmamak, düşmanı azamî derecede hırpalamak gayesini güttü. Bizans’ı olgun bir meyva gibi avcuna düşürmek arzusundaydı. Ablukaya alarak, Bizans’ı zorlamak işine 799 (m. 1396) yılına kadar devam etti. Bu arada Rumeli topraklarına saldırıp sonunu hazırlamak için çırpınan Eflak (Romanya) Voyvodası Mirce üzerine bir sefer yapıldı. Mirce esîr edilip, Bursa’ya gönderildi. Rumeli’de durumu düzelten Sultan, Anadolu’ya geçti. Candaroğlu ülkesi olan Kastamonu’yu ve civarını fethetti. Sivas-Kayseri devleti hükümdârı Kâdı Burhâneddîn Ahmed’le araları iyice açıldı. Kâdı Burhâneddîn’le Çorumlu sahrasında yapılan savaşta Osmanlı ordusu savaşı kaybetti. Yıldırım Bâyezîd Hân’ın oğlu Şehzâde Ertuğrul, bu savaşta şehîd oldu. Bu sırada Rumeli’de Macar Kralı ile Eflak voyvodası birleşerek, Tuna üzerindeki Niğbolu kalesini uzun bir muhasara sonunda ele geçirdiler. Osmanlı kuvvetlerinin toplandığı haberini alınca da geri çekildiler. Sultan Yıldırım Bâyezîd Hân, 795 (m. 1393) baharında Anadolu’ya tekrar gitti. Kâdı Burhâneddîn’i işgal ettiği topraklardan çıkardı. Amasya’yı Osmanlı toprakları arasına katıp, oğlu Şehzâde Mehmed Çelebi’yi bu bölgeye vâli ta’yin etti. Tekrar Rumeli’ye geçti. Selanik ve Yenişehir fethedildi. Bu arada Şehzâde Süleymân Çelebi de Macar kralı Sigismund’la işbirliğine giren Bulgar kralı Şişman’ın üzerine yürüdü. Bulgar topraklarını ele geçirip, Osmanlı adâleti ile şenlendirdi. Böyle bir hâdiseyi hazmedemeyen Macar kralı Sigismund, Yıldırım Bâyezîd Hân’a bir elçi gönderdi. Osmanlıların elçiye karşı müşfik davrandıklarını, “Elçiye zeval yoktur” atasözüne her halükârda sâdık kaldıklarını bilen Macar elçisi, elinden gelen küstahlığı gösterdi. Pâdişâhın huzûrunda edebsizlik edip, kralının ağzından; “Bulgaristan’ı hangi hak ve selâhiyetle işgal ettiniz?” diye sordu. Pâdişâh hemen bir Kur’ân-ı kerîm istedi. Getirilen Kur’ân-ı kerîmi, ayağa kalkarak, Besmele’yle eline aldı. Öptükten sonra sağ elinde tuttu. Sol eline de kılıcını aldı. Önce sağ elini kaldırıp, Kur’ân-ı kerîmi elçiye gösterdi ve; “Ey elçi! işte hak” dedi. Sonra kılıcını kaldırdı ve; “İşte selâhiyet! Başka sözün var mı?” dedi. Elçi ne söyleyeceğini bilemedi. Memleketine geri dönüp gitti.
Bizans İmparatorunun birinci kuşatma neticesindeki andlaşma şartlarından olan; İstanbul’da câmi yapılması, bir İslâm mahallesi te’sis edilerek kadı ta’yin edilmesi gibi hükümlere riâyet etmemesi üzerine, İstanbul ikinci defa kuşatıldı. 797 (m. 1395) yılında yapılan bu kuşatmayı haber alan papa ve Avrupa devletleri, birlik olup bir haçlı ordusu hazırladılar. Yüzbin kişilik haçlı ordusu, Vidin ve Orsova’yı işgal edip Niğbolu’yu kuşattı. Avrupa’nın ne kadar eli kılıç tutanı, kralı, prensi, papazı, keşişi varsa, hepsi toplanıp; Osmanlıyı Rumeli’den çıkarmak ve Anadolu’yu müslümanlara mezar yapmak gayesiyle harekete geçtiler. Sultan Yıldırım Bâyezîd’in daha İstanbul çevresinde uğraştığını düşünerek, başı bozuk bir düzenle Niğbolu önlerine geldiler. Haçlı ordusunda kimin ne yaptığı belirsizdi. Bastıkları her toprağı talan ediyor, yakıp yıkıyorlardı. Yüzbin kişilik haçlı ordusu, Doğan Bey’in müdafaasındaki Niğbolu kalesini muhasara etti. Pâdişâh Yıldırım Bâyezîd Hân, bir gece düşman askeri arasından geçip, tek başına Niğbolu kalesine geldi. Kale burçları dibinde; “Bre Doğan! Bre Doğan!” diye bağırdı. Doğan Bey, Pâdişâh’ın sesini hemen tanıdı. Pâdişâh, gerekli olan talimatı verip, geri döndü. Ertesi gün yapılan savaşta, Allahü teâlânın yardımı ile Osmanlı ordusu tam bir muvaffakiyet elde etti. 798 (m. 1396)’de yapılan bu savaşta, Yıldırım Bâyezîd Hân yaralanıp düştü. imdâd-ı ilâhî yetişip, öldürülmekten kurtuldu. Bu esnada bir genç, yaralıların yarasını sarmakla meşgûldü. Fırsat buldukça da, ellerini açıp duâ ediyordu. Pâdişâh bu genci bir müddet hayranlıkla seyretti. Gence karşı bir yakınlık duydu. Gencin yanına kadar giderek; “Benim de kolumda yara var, yaramı sanver” dedi. Genç; “Buyurun Pâdişâhım, sizin yaranızı da bu mendille sarayım” dedi. Sabah olunca, sarılan bütün yaraların iyi olduğu, yaralı askerlerin eskisi gibi ayakta dolaştıkları görüldü. Pâdişâhı durumdan haberdâr ettiler. Pâdişâh da merak edip, kendi yarasını açtı. Sargıyı açarken, o gencin sargıda kullandığı mendilin, hanımının nişanlı iken kendisine hediye ettiği mendilin yarısı olduğunu anladı. Haber gönderip, o gencin bulunmasını istedi. Ancak o kadar aramalara rağmen bulamadılar. Rumeli’de bir kalenin fethi esnasında, günlerce kanlı çarpışmalar oldu. Kale bir türlü fethedilemedi. Hücûmların çok şiddetlendiği bir sırada, genç bir asker, kale kapısını omuzlayıp, ardına kadar açtı. Başlarında Pâdişâh, Osmanlı ordusu kaleden içeri girdi. Kale kolaylıkla fethedildi. Pâdişâh, kapıyı açan genç askeri arattırdı. Yine bulunamadı. Pâdişâh Rumeli’den döndü. Edirne’de konakladı. Baba ve dedelerinin İstanbul’un fethedilmesi, Kostantiniyye’nin açılıp gülzâr yapılması husûsundaki emirlerini yerine getirmek, Resûl-i ekrem efendimizin ( aleyhisselâm ) müjdesine mazhar olabilmek için hazırlıklar yaptı. Ertesi sene ilkbaharda Bizans’ı sıkıştırmak istiyordu.
Pâdişâh’ın Edirne’de konakladığı sıralarda, Bursa’da sarayda annesinin yanında bulunan kızı Hundî Fatıma Sultan, bir rü’yâ gördü. Rü’yâsında Resûlullah ( aleyhisselâm ) ona; “Oğlum Muhammed Buhârî (Emîr Sultan) ile evlen, sakın sözüme uymamazlık etme” buyurdu. Temiz rûhlu, edeb ve haya timsâli Hundî Fâtıma Sultan, kimseye birşey söleyemedi. Ertesi günü yine Resûlullahı ( aleyhisselâm ) rü’yâda gördü. Ona; Eğer âhırette benim şefaat etmemi istiyorsan, Muhammed Buhârî ile evlen” buyurdu. Hâlbuki Hundî Sultan’in bir paşa ile evleneceği söyleniyordu. Hundî Sultan, çaresiz kalıp, terbiyesi ile meşgûl olan ihtiyâr dadısına hâlini anlattı. Emîr Sultan’la gidip konuşmasını söyledi. Dadı, Emîr Sultân’a varıp, hâli arzetti. O sırada genç bir delikanlı olan Emîr Sultan, mes’eleden haberdâr olduğunu, nikâhlarının bile kıyıldığını, ancak zâhiren yeniden bir nikâh kıyılması îcâb ettiğini, dünürler gönderip isteteceğini söyledi. Emîr Sultan, dünür gönderdi. Fakat Hundî Sultan’ın annesi Vâlide Sultan, kızını vermek istemeyip, işi zora sürdü. Dünürlere; “Emîr Sultan’a söyleyin, kırk deve yükü altın getirirse kızımı ona veririm” dedi. Emîr Sultan’a durum arzedilince; “Sultan vâlidemiz develeri göndersinler, isteklerini yerine getirelim. Arzu ettiği kadar altın gönderelim” dedi. Durum saraya bildirildi. Osmanlı sarayında tam bir telâş başladı. Herkes ne yapacağını şaşırdı. Pâdişâhın haberi olmadan böyle birşeye teşebbüs, çok büyük bir cesâret işi idi. Ayrıca bu garîb derviş, kırk deve yükü altını nereden bulacaktı. Biraz da onu denemek maksadıyla, saraydan kırk deve gönderildi. Emîr Sultan, gelen develeri Nilüfer çayı kenarına götürdü. Devecilere kumları gösterip; “Heybeleri doldurun, kendiniz için de istediğiniz kadar alın. Aldığınız altın olsun” buyurdu. Heybeler doldurulup, saraya götürüldü. Develerin başındakilerden bir kısmı; “Bu kumları saraya ne cesâretle götürüyoruz” diye hayıflanıp, üstlerine başlarına yapışan kumları çırparken, bir kısmı da; “Bu mübârek kimsenin emrinde bir hikmet vardır” deyip, teslimiyet içerisinde yollarına devam ettiler. Saraya vardılar. Saray mensûplarının gözü önünde develerin yüklerini indirip, heybeleri döktüler. Heybelere doldurulan kumlar hep altın olmuştu. Emîr Sultan’ın Hundî Fatıma Sultan’la evlenmesine kimse birşey diyemez oldu. Karar verilip, iş kesinleşti. Vâlide Sultan, dâmâdı olan Emîr Sultan’a el işlemesi gömlek, mendil v.s. gibi hediyeler gönderdi. Hediyeleri kabûl eden Emîr Sultan, arasından bir mendil aldı. Önündeki mangaldan bir köz alıp, mendilin içine koydu. Hediyeleri getiren haremağasına verip; “Vâlide Sultân’a selâm söyleyiniz, biz fakir dervişlerin zâtıyye-i şâhâniyelerine hediyesi, ancak böyle köz parçaları olur. Kabûl etmelerini arz ederim” dedi. Saraya getirilip, mendil Vâlide Sultân’a teslim edildi. Mendili açtıklarında, kömürlerin göz kamaştıran birer elmas parçası hâline gelmiş olduklarını gördüler. Bütün bu hâllerden sonra nikahları kıyıldı. Nikâh haberi Edirne’ye ulaşınca, Yıldırım Bâyezîd Hân çok hiddetlendi. Kendisinden habersiz böyle birşeye nasıl cesâret edilebilirdi. Hemen kırk tane seçme asker ve başlarına bir kumandan verip Bursa’ya gönderdi. Emîr Sultan ve Hundî Sultan’ın getirilmesini istedi. Askerler Bursa’ya gelince, Emîr Sultan’ın kerâmeti ile geri dönüp gittiler. Molla Fenârî, pâdişâhın Bursa’ya asker gönderdiğini işitince, bir mektûb yazıp pâdişâha nasihatte bulundu. Emîr Sultan’ın sıradan bir kimse olmadığını, Resûl-i ekremin ( aleyhisselâm ) bir mübârek torunu olduğunu bildirdi. Pâdişâh bir miktar sâkinleşti. O sene Bizans’ı muhasara etti. Güzelcehisar’ı (Anadolu Hisarı) yaptırdı. Bata cebhesini düzene koyduktan sonra, Anadolu’ya geçti. Bursa’ya döndü. Şehrin girişinde pâdişâhı karşıladılar. Karşılayanlar arasında, Emîr Sultan da vardı. Pâdişâh, Emîr Sultan’ı görünce, Niğbolu muharebesi esnasında kolunu saran genç askeri hatırladı. Bu, ondan başkası değildi. Pâdişâh, yanına çağınp; “O el çabukluğu neydi?” diye sorup, tanıdığını şifreli olarak sordu. Emîr Sultan da; “Allahü teâlânın kuvvet ve yardımı, o bî’at edenlerin vefa ve sadâkatlerinin üzerinedir” meâlindeki Feth sûresi onuncu âyet-i kerîmesini okudu. Pâdişâh tekrar sorup; “Ya o mendilin yarısı ne oldu?” deyince, Emîr Sultan; “Babacığım, o mendilin yarısı cebimdedir. Bendeniz dâmâdınız Muhammed Şemseddîn’im” dedi. Nice küffâra baş eğdirip, nice koca cüsselileri yere yıkan Yıldırım Bâyezîd Hân, Allahü teâlânın kendisine ihsân ettiği bu lütfu karşısında daha fazla dayanamadı. Atândan inip, dâmâdını kucakladı. Her ikisinin de gözlerinden yaşlar aktı.
Pâdişâh Yıldırım Bâyezîd Hân, Niğbolu savaşında aldığı ganîmetlerle, Edirne’de yaptırdığı gibi, Bursa’da da bir imâret, bir hastahâne, iki medrese yaptırdı. Ulu Câmi’yi inşâ ettirdi. Daha sonraları da Ebû İshak Kazrûnî yolunda olup, Allahü teâlânın dînini yaymak aşkıyla yanıp tutuşan kimselerin barınması için bir zaviye inşâ ettirdi.
İstanbul’un fethinin kolaylaşması için, Anadolu birliğinin te’min edilmesi, kuvvetlerin birleşmesi lâzımdı. Her bey kendi etrâfında birleşilmesini istediği için, sulh yolu kapalı idi. Ayrıca Osmanlı ordusu batıda cihâd ile meşgûl olurken, bilhassa Karamanoğulları ve Candaroğulları beyleri, Osmanlı topraklarına saldırıp zulmediyorlardı. Sultan Yıldırım Bâyezîd Hân da, ilk önce Anadolu birliğini te’min etmeye gayret etti. Karamanoğlu Ali Bey’i daha sonra da oğlu Mehmed Bey’i yenip Konya’yı aldı. Kubadoğlu Cüneyd Bey’den Samsun’u aldı. Kâdı Burhâneddîn’in vefâtından sonra, halkın arzu ve isteği üzerine Sivas ve Kayseri’ye sahip oldu. Böylelikle Anadolu’nun yarıdan fazlası Osmanlı hâkimiyetine girmiş oldu. Mısır Sultânı Berkûk’un vefâtı üzerine, Memlûklerin himâyesinde olan Dulkadir-oğulları üzerine yürüdü. Elbistan’ı aldı. Malatya, Besni, Divriği gibi Memlûklere âit kaleleri işgal etti. Kuşatma altındaki Bizanslıların ba’zı hareketlere kalkışması üzerine, kuşatmayı daha da sıkıştırdı. Bizans’ın düşmesi an mes’elesi idi. Bu sıralarda Tîmûr Hân, Yıldırım Bâyezîd’e bir mektûp gönderdi. Anadolu’da Yıldırım Bâyezîd Hân’dan kaçan beyler, Tîmûr Hân’ı kışkırtıyorlardı. Tîmûr Hân’ın önünden kaçan beyler de boş durmadılar. Onlar da Osmanlı Sultânı yanında Tîmûr Hân’ı kötülediler. Tîmûr Hân mektûbunda; toprakları alınan beylerin topraklarının geri verilmesini ve kendisine karşı gelinmemesini bildiriyor, Anadolu toprakları üzerinde veraset hakkı iddia ediyor, “Gel birlik olalım, beraberce gazâ edelim. Daha önceden de, sen batıda, ben doğuda gazâ ediyoruz” diyordu. Yıldırım Bâyezîd Hân, Timur’un emrine girmek istemedi. Ordusuna çok güveniyordu.
Niğbolu’da kazandığı zaferi, İslâm askerlerinden müteşekkil Tîmûr ordusu karşısında da göstereceğini zannediyordu. Tîmûr Hân’ın mektûplarına çok sert cevaplar verdi. Tîmûr Hân’ın ordusu Sivas’ı aldı. Osmanlı ordusu Bizans’tan ablukayı kaldırıp, harp hazırlığına başladı. Emîr Sultan, böyle bir kardeş kavgasına karşıydı. Savaşın olmaması için elinden gelen gayreti gösterdi. Fakat kayınpederi Yıldırım Bâyezîd Hân’ı fikrinden vazgeçiremedi. İki ordu, Ankara yakınlarındaki Çubuk Ovası’nda karşılaştı. 805 (m. 1402) yılında yapılan savaşta, Osmanlı ordusu mağlup oldu. Anadolu tekrar eski sahiplerine iade edildi. Yıldırım Bâyezîd Hân, esîr oldu. Akşehir’de üzüntüsünden hastalandı. Tîmûr Hân, ona çok iyi muâmele etti. İzzet ve ikramda bulundu. (Demir kafese konduğu yolundaki iddialar tamamen uydurmadır.) Hastalığında Tîmûr Hân, en kıymetli doktorlarını gönderdi. Ancak vâdesi dolan Yıldırım Bâyezîd Hân, vefât etti. (Yüzüğünde bulunan zehiri içerek intihar ettiği hikâyesini, Bizans tarihçilerinin uydurduğu anlaşılmıştır.) Tîmûr Hân, Yıldırım Bâyezîd’in vefât ettiğini duyunca; “Yazık oldu. Büyük bir mücâhid kaybettik” dedi. Yıldırım Bâyezîd Hân’ın vefâtı üzerine, cenâzesi Bursa’ya gönderildi. Yakınları serbest bırakıldı. Yalnız bir oğlu Tîmûr Hân’ın yanında kaldı. Oğullarının herbiri bir yerde beyliklerini ilân ettiler. Çelebi Sultan Mehmed Hân, 816 (m. 1413) yılında Osmanlı birliğini yeniden te’sîs etti.
Sultan Yıldırım Bâyezîd Hân, çevik, atılgan, kendisine güvenen bir tabiata sahipti, İslâm düşmanları, bu kahraman mücâhidi lekelemek için, “İçki içerdi” diye iftira ettilerse de, bunu bildiren hiçbir vesîka yoktur. Adâleti pek meşhûrdu. Hergün belirli bir zamanda, herkesin kendisini görebileceği bir yere gelir ve her taraftan gelen teb’asının şikâyet ve arzularını dinler, haksızlığa uğrayanların haklarını derhâl iade ederdi. Kâdıların hükümlerine kesinlikle karışmaz ve kimseyi karıştırmazdı. Âlimlerin, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildiren sözlerini canla başla kabûl ederdi. Evliyâya çok hürmet eder, âlimlerin meclisinde bulunurdu. Kendi çocuklarına ve halkına ilim öğretmeleri için, her taraftan âlimler getirtti. Onları teşvik edici tedbirler aldı. Her tarafta ilim yuvalan kurdu. Haçlılarla yaptığı savaşlarda elde ettiği ganîmetleri, halkının refahı için harcadı. Birçok câmi ve imâret yaptırdı. Bunlardan biri de Bursa’da yaptırdığı Ulu Câmi idi. Güzel bir yer tesbit edip, orada câmi yaptırmayı çok arzu etti. Bu durumdan vezirini de haberdâr etti. Bugünki Ulu Câmi’nin yeri uygun görüldü ve arsa sahiplerine mülklerinin bedelleri verildi. Herkes gönül rızâsıyla arsalarını verdiler. Fakat câminin inşâ edileceği yerde ihtiyâr bir kadıncağızın da evi vardı. Bu kadıncağız; “Ben evimi satmam” diye diretti. Ona, “Bize bu ev mutlaka lâzım” denildi ise de, hiçbir kimsenin sözünü dinlemedi. Sultan Yıldırım Bâyezîd Hân da, o kadının yanına gidip, durumu anlattı ise de, kadını fikrinden döndüremedi. Sonra Sultan, dîvânı toplayarak bu husûsu görüştü. Dîvânda, Emîr Sultan hazretlerine durumun bildirilmesi ve ona göre hareket edilmesi kararına varıldı. Sultan Bâyezîd, Emîr Sultan’ın huzûruna giderek durumu anlattı ve; “Sizin hizmetinize muhtacız, yoksa câmi-i şerîf yapılamaz” dedi. O gece ihtiyâr kadın rü’yâsında, mahşer günündeki hâlini gördü. Herkes Peygamberimiz Muhammed Mustafâ’dan ( aleyhisselâm ) şefaat umup, Cennet tarafına gidiyordu, ihtiyâr kadın da onlar gibi Cennete gitmek istedi. Fakat yürümeye gücü olmadığı için, Arasat meydanında yapayalnız kaldı. Bunun üzerine ihtiyâr kadın feryâd etmeye başlayınca, zebanîler ona; “Niye ağlıyorsun?” diye sordular, ihtiyâr kadın: “Müslüman taife Cennete gitti. Ben kaldım, onun için ağlarım” dedi. O sırada gâibden bir ses; “Eğer sen de Cennete gitmek istersen, Yıldırım Bâyezîd Hân’a evini sat, inâd etme, yoksa muannidelerden (inadcılardan) olup, ehl-i nâr (Cehennemlik) olursun” dediği anda, ihtiyâr kadın korkuyla uyandığı zaman, evinin bir nûr ile kaplanmış olduğunu gördü. “Elhamdülillah, ben de Cennet ehli oldum” diyerek sabaha kadar ibâdetle meşgûl oldu. Sonra gönül rızâsı ile evini satarak, câminin yapılmasına vesile oldu.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Mir’ât-ı kâinat cild-2, sh. 22
2) Amasya Târihi cild-3, sh. 142
3) Güldeste-i riyâz-ı irfan
4) Meşâhir-i İslâm cüz-19, sh. 576
5) Tâc-üt-tevârih cild-1, sh. 94, 106, 115
6) Âşıkpaşa-zâde Târihi sh. 278
7) Düstûrnâme-i Enverî sh. 87
8) Rehber Ansiklopedisi cild-2, sh. 281
9) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 989
10) Menâkıb-ı Cevâhirnâme