Yine Çanakkale’deyiz... Bugün de harp meydanında yaralanan bir zabitimizin hatıralarından uzanıyoruz o günlere... Vefakârlık neymiş sadakat neymiş hadi birlikte okuyalım...
SEDDÜLBAHİR’E DOĞRU...
“Soğanlıdere sırtlarındayız. Taarruz emrini aldık. Yanımda emir erim Yozgatlı İbrahim... Gür sakallı, çevik ve pek sadık. Onunla da helalleştik. Elimi öptü, alnını öptüm. Erlerin kimi vasiyet ediyor, kimi de eşya ve paralarını tabur kâtibine veriyordu...
Seddülbahir’e doğru gidiyorduk... Saat yirmi iki sularında Alçıtepe önlerindeydik... Yüzlerce topun namlularından çıkan alevlerin ardından Alçıtepe yanıyordu! Denizi dev gölgeleriyle kaplayan gemilerin ışıldakları bu sırtları gündüz gibi aydınlatıyordu... Önümüzde yere yatmış askerler... Gözlerimiz kızıl alevlerde, biz de yattık yere ve bekledik. Tetikte idik...
Sonra birden, tümen kumandanımızın gür sesi duyuldu! Emrediyordu:
-Ateşe saldır! diyordu...
Kalktık, fırladık... Dağınık nizamda ileri atıldık... Geceyi gündüz yapan namluların alevi, kulaklarda gürleyen infilâkların sesi... Ve sonra birer birer, yere düşen gölgeler...
Gece sabaha karşı saat dört sularında, Seddülbahir’deydik. Denizin üzerinde gölgeleri beliren gemilerden patlayan top sesleri berdevam... Birdenbire sol kolum yanıma sarkıverdi, biçilmiş gibi, sanki...
BİR ASLAN HEYBETİYLE...
Az sonra yere düştüm. Gözlerim kararmış, nefesim kesilmişti... İşte korktum o zaman! Beni öldürmelerinden değil. Bu yaralı halimle, ne yapabilirim ki düşmana? diye korktum...
Biraz zaman geçince, yanımda dev bir gölge belirdi. Bu gelen İbrahim’di! Bir aslan heybetiyle beni sırtına aldı ve o ateş altında, serilmiş yatanların üstünden atlayarak, karanlıklara daldı... Sonra da at sırtında, Soğanlıdere’deki ilk yardım merkezine... Oradan Kilitbahir’deki çadırlı hastaneye...
Ameliyat olmuşum, sol kolumu kesmişler... Vatan sağ olsun, dedim. Ama İbrahim ‘İntikamını komam, kumandanım’ diyordu...
Ondan sonraki günler, artık onu göremedim... Yeni iyileşmiştim ki, İbrahim’in şehadet haberini verdiler...”