ARA
OSMANLI HİKAYELERİ
 Fatih Sultan Mehmed Han devri, bilindiği üzere İslâmî ilimlerde olduğu kadar pozitif sahada da en hareketli ve verimli dönemini yaşamıştır. Başta Sultan Fatih olmak üzere devletin her kademesindeki yetkili, bu konuyla yakından ilgilenmiş ve ve bu sayede ilim adamları arasında büyük bir rekâbet başlamış, böylece medreseler harıl harıl çalışarak güçlü il im adamları yetiştirmek amacını gütmüşlerdir. Bu sıralarda İstanbul gibi Bursa da âdetâ bir ilim merkezi halinde bulunuyordu. Ülkenin her tarafından kabiliyetli talebeler oraya akın etmekte idi. O zamanlar Bursa'nın büyük tüccar larından Yusuf bin Salih adında bir şahsın çok zeki ve yetenekli bir oğlu vardı. Ne var ki, ismi Muslihiddin olan bu çocuk ile babası arasında anlayış bakımından çok büyük farklar bulunuyor du. Babada tüccar kafası, oğlunda ilim, irfan ve kültür kafası vardı. Aralarında bu konularda anlaşmazlıklar çıkıyordu. Babası, mahalle mektebinden sonra onu da diğer çocuklar gibi okut mayıp, ticari sahada yetiştirmek istiyordu. Ona göre ticaret yapmak, para kazanıp servetini artırmak çok daha önemliydi. Oysa Muslihiddin'in gözü ilim tahsilinde idi. Onun derdi babasının mirası olacak dünya serveti değil, Peygamberlerin mirası olan ilim serveti idi. Bu mirasa sahip olmak için de okumaktan, ilim tahsil etmekten başka çare yoktu. Netice olarak, baba ile oğul arasındaki anlaşmazlık büyümüş ve aralarındaki bağ bu yüzden kopma noktasına gelmişti. Bu konuda babasını ikna edemeyeceğini anlayan Muslihiddin, sadece üzerindeki elbiseyle baba ocağını terkederek, Emir Sultan Hazretleri'nin halifelerinden, Şeyh Veli Şemseddin hazretleri'nin medresesine girdi. Ne cebinde bir akçesi, ne de yedek bir çamaşırı vardı. Sadece ilme karşı sonsuz bir aşk, fevkalâde bir kararlılık ve müthiş bir azmi vardı. Medresenin bitişiğindeki imaretten pişen çorba ve yemeklerle karnını doyuruyor, çok az bir uyku uyuyup geriye kalan zamanın tümünü dersleriyle meşgul olarak geçiriyordu. Bir gün hocası Şeyh Veli Şemseddin Hazretleri'nin huzurunda beldenin ileri gelenleri toplanmışlardı. Muslihiddin'in babası ve kardeşleri de o mecliste bulunuyorlardı. Muslihiddin uzun zamandır görmediği babası ve kardeşleriyle hasret gidermek için onların yanına gidip, onlarla beraber oturdu. Tabiî kardeşleri çok güzel elbiseler giyinmişlerdi ve oldukça bakımlı ve gürbüz görünüyorlardı. Oysa Muslihiddin'in üstü başı perişan görünüyordu. Yüzü de biraz soluktu. Aralarında âdetâ bir yetim gibi kalmıştı. Bu durum hocaefendinin dikkatini çekmişti. Çok duygulandı, gözleri nemlenir gibi oldu. Derhal babaları Yusuf bin Salih'e dönerek: "Efendi, senin bu yaptığın adalet sizliktir. Bir seninle kalan oğullarına bak, bir de kendisini ilme veren oğluna bak. İlmin peşine düşmenin mükâfatı bu mudur?" diyerek serzenişte bulundu. Bunun üzerine Yusuf Efendi güyâ kendini savunarak şu talihsiz cevabı verdi: "Hocaefendi! Mâlumunuz biz tüccar insanlarız. İşlerimiz de medresede değil, çarşı ve pazarda görülüyor. Benim adama ihtiyacım olduğu halde, o beni dinlemedi ve bizi terkedip medreseyi seçti. Varsın medrese onu doyurup zengin etsin."Hocaefendi, bütün ölçüsü para olan bu adama acıdı ve artık söz söylemenin fayda vermeyeceğini anlayarak sustu. Bu meclis dağıldıktan sonra, Muslihiddin'i yanına çağırarak birkaç akçe harçlık verdi ve buyurdu ki: "Üzülme evlâdım! Baban şu haliyle yanlış bir yolda. Amma bir gün gelecek Cenâb-ı Hakk, ilme sarıldığın için seni yükseltecektir. O kadar ki Sultanların meclisinde yer alıp itibar göreceksin. Ve inşaallah bir gün baban senin bu makam ve mertebeni duyacak, böyle davrandığından dolayı mahcub olacaktır. Baban serveti sebebiyle değil de, senin itibarın vesilesiyle Sultan'ın huzuruna varabilecektir..."Hocasının bu çok samimi ve içten gelen ifadeleri Muslihiddin'in aşkını kamçıladı, o günden itibaren daha hızlı ve hevesli bir çalışma devresine girdi. Yine bir gün hocası çok sevdiği ve en kıymetli talebesi olan Muslihiddin'in başını okşayıp ona dedi ki: "İstikametini sakın bozma, ilim yolundan sakın ayrılma. Her ne kadar başlangıçta sıkıntılar olsa da, bilmelisin ki saadet ve sefa caddesi senin seçtiğin yoldadır. Mesleğin Hakk'tır. İnşaallah yakın gelecekte büyük makamlara erişip bir çok imkanlara kavuşacaksın."Hocasının bu dedikleri vakti geldiğinde birer birer çıkacak, maddî ve mânevî dereceleri hızla kat edecekti. Zaman geldi, devrin büyük ulemâsından olan Hızır Bey'in medresesine geçti. Bu ünlü ilim adamında da birkaç yıl ilim tahsil etti. Muslihiddin müthiş zekâsı ve üstün yetenekleriyle göze çarpıyordu. Çok geçmeden Hızır Bey gibi ünlü bir müderrise yardımcı seçildi. Günler geçtikçe ilmine ilim katıyor, şöhreti gün be gün yayılıyordu. Mevlânâ Hızır Bey, ondan İkinci Murad Han'a övgüyle bahsetti. Sultan ile onu görüştürmek istedi. Sultan İkinci Murad dahî onunla görüşmek arzu etmişti. Lâkin o sıralarda sefere çıkmak üzere olduğundan bu mümkün olmadı. Ama vezirlerine verdiği talimat gereğince Kestel kasabasına tayin edildi. İkinci Murad seferden döndüğünde Hızır Bey tarafından tavsiye edilen bu molla ile görüşmek istedi. Huzura girdiğinde de kendisine son derece saygı gösterildi. Sultan ile uzun bir müddet görüştüler. İlmî kudretini, üstün zekâ ve yeteneğini ortaya koymuş, Sultan'ın sevgisini ve ilgisini üzerinde toplamıştı. İkinci Murad ise ülkesinde bu derece bilgili, açık konuşan, meselelere diplomat gözüyle bakan bir ilim adamının bulunmasına çok memnun olmuştu. Onu derhal Bursa'daki meşhur Esediye Medresesi'ne baş müderris olarak tayin etti.
Esediye Medresesi'nde tam altı yıl İslâmî ilimlere hizmet ederek talebe yetiştiren Muslihiddin Hocaefendi; büyük bir ilim adamı olarak Osmanlı ülkesinde baş köşeye geçecek olan İkinci Murad Han'dan sonra oğlu Fatih Sultan Mehmed Han'ın da sevgi ve saygısına mazhar olarak onun meclisinde yer alıp onun hocalarından olacak olan HOCAZÂDE'nin ta kendisi idi. Çünkü soylarını tanıtan isim böyle idi. Bugünkü tabirle soyadları Hocazâde idi. O da artık kendi ismiyle değil, soyadıyla bilinip tanındı ve Hocazâde nâmıyla meşhur oldu.Yıllar birbirini kovaladı, derken Fatih Sultan Mehmed Han tahta çıktı. Babasından daha çok ilme ve ilim adamlarına ilgi gösteren bu müstesna Sultan, çevredeki ilim adamlarını saraya davet etti. Bu vesileyle onlarla hem tanışacak hem de ilmî bakımdan en kudretli olanlarını tesbit edecekti. Hocazâde de İstanbul'a gidip bu davete iştirak etmek ve Sultan Fatih'le tanışmak istiyordu. İmkânları kısıtlı idi. Borç para tedârik ederek, kendisine binek ve elbise satın aldı. Yanına da yolda kendisine arkadaşlık edecek birini tutarak İstanbul'un yolunu tuttu. O sıralarda Sultan Fatih devlet ricâli ve ilim adamlarıyla birlikte toplanmıştı. Hocazâde İstanbul'a geldi, fakat Sultan'la nasıl görüşeceğini bilmiyordu. Derken bu arada Vezir Mahmud Paşa kendisini tanır gibi oldu. Kendisine yaklaşıp nereden geldiğini sorunca yanılmadığını anladı. Evet, bu genç ilim adamı İkinci Murad zamanında Esediye Medresesi'ne baş müderris olarak tayin edilmiş olan Hocazâde idi. Mahmud Paşa dedi ki: "Hocam, tam zamanında geldiniz, şu anda Sultan'ın huzurunda ilim adamları toplanmış ilmî münâzaralarda bulunuyor lar, buyurun sizi de oraya götüreyim."Hemen hazırlanıp Sultan'ın huzuruna girdiler. Sultan, Fatih Mahmud Paşa'ya: "Bu gelen kimdir?" diye sordu. O da: "Bursa'da Esediye Medresesi baş müderrisi Hocazâde'dir" diye cevap verdi. Sultan: "İlmî seviyesi nasıldır?" deyince Mahmud Paşa: "Sultanımın yüzünü güldürecek kadar" dedi. Bunun üzerine Sultan Fatih bu genç ilim adamının elinden tutup yanına oturttu, bir hayli iltifatta bulundu. Bu sırada Sultan'ın bir tarafında Mevlânâ Zeyrek, diğer tarafında ise Mevlânâ Seyyid Ali bulunuyor ve ilmî bir mesele hakkında görüşlerini beyan ediyorlardı. Fatih birden Hocazâde'ye dönerek: "Bunlardan birini seçerek onun tarafında bulununuz!" dedi. Bunun üzerine Hocazâde, Seyyid Ali Efendi'nin yanında yer aldı. İlmî münâzara hayli hararetli geçti. Bu genç ilim adamı ne kadarda müthişti. Zekası, mantığı çok kuvvetliydi. Öne sürdüğü deliller, ifade tarzı ve tavrı Sultan'ın dikkatini çekmiş, bundan da ötesi son derece beğenisini kazanmıştı. Meclis dağıldıktan sonra Sultan Fatih bu genç ilim adamıyla başbaşa görüşmek istedi. Ona bazı meselelerden sordu. Hocazâde sorulara salâhiyetle, kaynaklara dayanarak, hem de itirazı mümkün olmayan kuvvetli deliller getirerek doyurucu cevaplar veriyordu. Fatih Sultan Mehmed Han'ın Hocazâde'ye olan beğenisi hayranlığa dönüştü, sevgisi kat kat arttı. Seviyesini biraz daha ölçmek için Mevlânâ Zeyrek'i çağırdı ki bu zât, o devirde ilmi ve kültürü ile isim yapmıştı. Birçok ilim adamını da Sultan'ın huzurunda yapılan münâzaralarda cevapsız bırakmış, ilmî otoritesini isbat etmişti.
Sultan Fatih çok değer verdiği bu iki ilim adamını yüz yüze getirip kendisi dinleyici olarak kaldı. Çok ciddî konulara temas edildi. Mevlânâ Zeyrek önceleri önemsemediği bu genç ilim adamının çetin ceviz olduğunu anlamakta gecikmedi. Bütün ilmî dehâsını ortaya koyarak yarışmayı sürdürmeye çalıştıysa da, çok sert bir kayaya toslamıştı. Güçlü bir hafızaya, seyyal bir zekâya ve derin bir ilme sahip olan Hocazâde'nin karşısında tökezlemeye başladı ve cevap veremez duruma düştü. Tabiî bu manzarayı dikkatle takip eden Sultan Fatih de hayretler içindeydi. Mevlânâ Zeyrek gibi güçlü bir ilim adamını susturan bu genç âlim, denilebilir ki ülkenin en değerli ilim adamlarının başında geliyordu. "Tam vezir olacak bir adam" diye düşündü. İlme ve ilim adamına son derece saygı duyan Sultan Fatih, hem Mevlânâ Zeyrek'e, hem de Mevlânâ Seyyid Ali'ye büyük ihsanlarda bulundu. Hocazâde'yi de denemek için hiçbir şey vermedi. Meclis böylece dağılınca Hocazâde kaldığı hâna döndü, bütün başarısına rağmen Sultan'ın ihsanına mazhar olamadığının anlamını çözemedi, fakat bunu merak ediyor, çeşitli ihtimaller üzerinde duruyordu. Herşeye rağmen en ufak bir itiraz ve kırgınlık alâmeti de göstermemiş, hürmetle huzurdan ayrılmıştı. Bir iki gün daha hânda kaldıktan sonra bir sabah, Bursa'ya dönmek için hazırlanırken Fatih Sultan Mehmed Han'ın üç adamı içeri girdi. Hocazâde'yi soruyorlardı. Görüştüklerinde gelen zâtlar kendisine son derece hürmet ederek, Sultan tarafından büyük âlimlere sunulan bir kat elbise çıkarıp takdim ettiler ve: "Bu elbiseyi Sultanımız gönderdi, bundan böyle sizi kendisine hoca olarak seçmiş bulunuyor" dediler. Ayrıca birkaç günlük masraf olarak da bin akçe takdim edildi. Çok geçmeden, çok güzel eyerlenmiş bir at getirerek: "Sultan sizi istiyor" dediler. Evet, bundan böyle artık Hocazâde Hazretleri'ni Sultan'ın hocası olarak görüyoruz. Tasrif fenninden "İzzüddin"i Sultan Fatih'e okuttu ve daha birçok konularda ona ders vererek, ilmî susuzluğunu gidermeye çalıştı. Sultan'ın kalbine öyle bir girdi ki, Mahmud Paşa bile nerdeyse haset etmeye başladı. Hocazâde birçok önemli görevlere getirilmiş ve bu görevlerini başarıyla yürütmüştür. Bir ara Edirne Kazaskerliği'ne getirildi. Babası Yusuf bin Salih, oğlunun kazasker olduğunu duyunca önce inanamadı, sonra güvenebilir kimselerin şehadet etmesiyle doğru olduğuna kanaat getirdi. Yıllardır oğlunu arayıp sormayan, hatta biraz da kızgın olan Yusuf Efendi oğlunu ziyaret etmek üzere Bursa'dan Edirne'ye hareket etti. Hocazâde babasının geldiğini öğrenince ilmiye sınıfıyla onu karşıladı, hasretle kucaklaştı. Hatta bir ara makam ve servet hastalığına mübtelâ olan babasını taltif etmek ve Allah rızası için tahsil edilen ilmin insanıo nerelere yücelttiğini göstermek üzere onu İstanbul'a götürüp Sultan Fatih'in huzuruna çıkardı. O da Sultan'ın elini öpme ve onun iltifatına mazhar olma bahtiyarlığına erişmiş oldu. Böylece hocası Şeyh Veli Şemseddin Hazretleri'nin yıllar önce haber verdiği kerameti gerçekleşmiş oldu. Hocazâde Allah için ilim tahsil etmiş ve böylece üç sultan fdevrinde de (Sultan Fatih'in oğlu İkinci Bayezid zamanında da yaşamış, onun da iltifatına mazhar olarak çok önemli görevler üstlenmiştir) ülkenin ilmî hareketinde baş rolü oynamış, medreselerin daha ciddî çalışmasını sağlasmış ve ismini İslam aleminde duyuruyrak haklı bir şöhrete sahip olmuştur.
Tüm İçerikler