ARA
OSMANLI HİKAYELERİ
Osmanlı Devletinin yaşadığı en büyük felaketlerden biri de 1828-29 Rus savaşıdır. Fakat bu savaşta Silistre kalesi, destanlaşan bir müdafaa yaparak Rus ordularını burada durdurdu. Kırk bin kişilik bir Rus ordusu, 26 Nisan günü, o zaman Osmanlı toprağı olan Boğdan, (Doğu Romanya) topraklarına girdiler. Kısa zamanda Bütün Romanya’yı ele geçiren Ruslar, 28 Temmuz’da, Tuna kıyısındaki Silistre kalesini kuşattılar. Kaleyi savunan çok az sayıdaki Nizam-ı Cedid askeri, üst üste yaptığı baskınlarla Rus ordusu na büyük zayiat verdiriyordu. Düşmanın açtığı yoğun top ateşiyle surlar delik deşik oluyor, fakat buralara mevzilenen askerlerimiz, top atışları kesilince karşı hücuma geçiyor, koca Rus tümenlerine saldıran ufacık taburlar, tarihe geçecek destanlar yazıyorlardı. Nihayet  40.000 kişilik koca Rus ordusu, herbiri aslan kesilmiş ve şehid olmak arzusu ile düşmana saldıran neferlerin savaştığı birkaç alaydan ibaret Osmanlı birliklerine fazla iç dayanamadı ve  Kasım’da kuşatmayı kaldırarak geri çekilmek zorunda kaldı. Rus  Çarı Nikola, kendi ordusunun bu başarısızlığı karşısında hırsından deliye döndü. Mareşal Diyebiç kumandasında yeni bir orduyu Silistre üzerine gönderdi. 18 Mayıs 1829’da kale önlerine gelen Rusların mevcudu, 50.000 asker ve 152 ağır toptan başka, Tuna nehri üzerinde 52 adet savaş gemisi idi. Silistre kalesine ise, daha önce burada bulunan askere takviye olarak yeni birlikler gönderilmiş ve mevcut kuvvetlerin sayısı 8.000’e ulaştı. Hemen mevzilere giren Rus topçusu, kaleyi aralıksız dövüyordu. Surlar neredeyse tamamen yıkılmıştı. Bu küçük Rumeli kasabası harabeye döndü. Kuşatma uzadıkça, yiyecek bir lokma ekmek bulmak zorlaşıyordu. Kale kumandanı Mehmet Paşa, her akşam hava karardıktan sonra bir kısım birliklerle düşman üzerine baskınlar yapıyor ve büyük zayiat verdiriyordu. Mareşal Diyebiç, artık kalenin  düşmesinin an meselesi olduğuna inanıyordu. Bu yüzden ordusunun kumandasını General Karasovski’ye bırakarak geri döndü.Halk muhasaradan bıkmış, asker yorulmuş, topçu malzemesi kalmamıştı. İstihkamlar birer taş ve toprak yığını haline gelmişti. Çoğu Bulgar olan Silistre halkı, aralarında temsilciler seçerek Mehmet Paşa’ya müracaat ederek teslim olunmasını istediler. Paşa:-Merak etmeyin, sizin kılınıza halel gelmeyecektir. Bize gelince, dedelerimiz burasını kan dökerek almışlardı. Biz de bu ecdad yadigarını kan dökmeden vermeye ceğiz. Alın yazısını Cenab-ı Kâdir-i Mutlak’dan başka kim değiştirebilir?General Karasovski, Osmanlı birliklerinin diğer cephelerde mağlup olduklarını, kalenin de derhal teslim edilmesini isteyen bir mektup gönderdi. Fakat Mehmet Paşa buna inanmak istemedi. Şumnu’da bulunan Başkumandanlık karargahına, biri beyaz biri siyah iki güvercin uçurdu ve bunlara iliştirdiği mektuplarla da, başkumandanlık tan, mağlubiyet haberinin doğru olup olmadığını, eğer doğru ise siyah, değilse beyaz güvercinin Silistre’ye tekrar uçurulmasını istedi. Fakat akşama doğru maalesef siyah güvercin geri geldi ve ayağına iliştirilen mektupta başkumandan:“Talih-i harp bize gülmedi. Silistre’yi evvela Allah’a, sonra sana emanet ediyorum” diyordu.Osmanlı Devleti bu harbi kaybetmişti. Herkes o akşam kalenin teslim edileceği ni zannediyordu. Müslüman ahali, eğer müsaade edilirse çekilip gitmek üzere eşyaları nı toplamağa başladı. Bulgar ahali ise Rusları karşılamak üzere hazırlıklara başladılar. Silistre kaymakamı Ahmet Bey şehrin ileri gelenlerini çağırarak vaziyeti anlattı:-Biz namus-u askerîmize Allah’a şükür leke sürdürmedik. Elimizdeki imkanların hepsini kullandık. Bugün artık her şey bitmiştir. Teslim olmaktan başka çare kalmamıştır. Eğer arkadaşlarımız kabul ederlerse düşmandan teslim şartlarını soralım.Toplantıdakileri bazıları susuyorlar ve tarihi sorumluluğa katılmaktan çekiniyorlardı. Söz sırası Sert Mehmet Paşa’ya geldi:-Bu kale hiç kimsenin malı değildir. Devlet bizi buranın müdafaasına memur etti. Allah’tan ümidimizi kesmeyelim. Binlerce şehidin kanıyla sulanmış bu kaleyi teslim edenler arasında ben yer alamam. Canın hiç kıymeti yoktur. Yarın hepimiz öleceğiz. Ama ben şehid olarak ölmek isterim, esir olarak değil. Çocuklarım var, her bir serhadlerin bilmem hangi köşesinde döğüşüyorlar. Ben Allah’tan korkarım.Bunun üzerine odadakiler arasında mırıldanmalar oldu. Mehmet Paşa’ya:-İyi söylüyorsun ama ne ile cenk edeceğiz? Ne mermimiz kaldı, ne barutumuz.-Dedelerimizin elinde şeref kazanan kılıcın hakkını neden vermeyelim? Neden göğüs göğüse vuruşmayalım? Neden baş alıp baş vermeyelim? Neden rütbe-i şehadeti ihraz edip evlatlarımıza şanlı bir miras bırakmayalım?Mehmet Paşa’nın bu sözleri üzerine herkesin gözleri doldu. Hemen hücum hazırlıklarına başlandı. Paşa, askerin maneviyatını yükseltmek için kısa bir hitabede bulundu:-Gazi kardeşlerim, aslan sütü emmiş evlatlarım! Bu akşam topa karşı tüfekle, bombaya karşı süngüyle hücum edeceğiz. Kırk yıldır cenk meydanlarında döğüştüm ve her defasında şehadeti aradım. İnşaalah kısmet bugündür. Bir saat sonra kaleden çıkacak ve ordulara karşı saldıracağız. Eğer benimle birlikte gelmek istemeyenler varsa ayrılsınlar. Hakkınızı helal edin.Bir saat sonra Sert Mehmet Paşa müdafilerin başına geçtiği zaman, kimsenin ayrılmamış olduğunu gördü. Hava kararmıştı. Halk endişe içindeydi. Olup biteni anlamak istiyordu. İhtiyar Mehmet Paşa askerlerinin önünde, harabeye dönen Silistre’den dışarı çıktı. Top, tüfek ve ateş yağmuru altında:-Allah, Allah, Allah!Sadalarıyla düşman mevzilerine atıldı. Bir bölük, bir alaya, bir tabur, bir tümene saldırıyordu. Dost düşman birbirine karışmıştı. Sert Mehmet Paşa, yirmilik bir delikanlı gibi yalın kılıç siperlerden siperlere atılıyor:-Vurun gazilerim! Vurun aslanlarım!Diye naralar atıyordu. Düşen bir neferin tüfeğini bir subay kapıyor, bazen yanaşık nizamda mevzilere giriyorlardı. Ruslar neye uğradıklarını şaşırdılar. Büyük bir takviye kuvvetin geldiğini ve sayıca kendilerinden çok üstün olduğunu zannettiler. Bulundukları mevzileri birer birer terkedip kaçmaya başladılar. O gece sabaha kadar devam eden muharebede, bir avuç vatan evladı, ellerin de cephaneleri olmadığı halde, kendilerinden on kat daha kalabalık ve silah bakımından çok üstün olan Rus kuvvetlerine karşı inanılması çok zor olan büyük bir zafer kazandılar.   
12. YÜRÜDÜĞÜ YERDE DENİZ DURGUNLAŞIYORDU

 Bir gün Yalova'dan İstanbul'a bir gemi gidiyordu. İstanbul'a yaklaştıkları sırada, şiddetli bir rüzgâr esmeye, dalgalar gittikçe büyümeye, gemiye şiddetle vurmaya başladı. Dalgaların vuruşundan tahtalar gıcırdıyordu. Gemi, koca denizde bir o tarafa, bir bu tarafa yalpalıyor, devrilecek gibi oluyordu. Yolcular ne yapacaklarını şaşırdılar. Herkes geminin bir tarafına birikince, tehlike daha da büyüdü. Kaptan, yolcuları teskîn etmeye çalışıyor ve herkesin yerinde oturmasını tavsiye ediyordu. Herkes birbiriyle helâlleşiyor ve şimdiye kadar işlediği günahlarına tövbe ediyordu. Bâzıları da, kurtulmaları için adakta bulunuyordu. Yolcuların arasındaki bir genç, Fâtiha-i şerîfe ve İhlâs sûrelerini okuyarak, hâsıl olan sevâbı; Peygamber efendimizin, Eshâb-ı kirâmın, evliyânın, âlimlerin ve zamânın velîlerinden Üftâde hazretlerinin rûh-ı şerîflerine hediye etti. Sonra da; "Yâ hazret-i Üftâde! Himmetinizi, yardımınızı istirhâm ediyorum." dedi. O anda, uzaklardan bir karaltı peydâ oldu. Yaklaştıkca, bunun bir insan olduğunu, suyun üzerinde süratle kendilerine doğru geldiğini gördüler. Onun yürüdüğü yerlerde dalgalar hemen sâkinleşiyordu. Nihâyet o zât geminin yanına geldi ve gemiyi eliyle bir mikdâr tuttuktan sonra, geminin önünden yürümeye başladı. Yürüdüğü yerlerde deniz durgunlaşıyordu. Bir müddet sonra gözden kayboldu. Kaptan, o kimsenin su üzerinde gittiği istikâmete göre, geminin dümenini ayarladı. Bir müddet sonra, selâmetle sâhile vardılar. Herkes bu hâdise karşısında şaşırıp kaldı. Sâdece o delikanlı şaşırmamıştı. Yolcular sâhile çıktıklarında, bir kimse karşılarına çıkıp onlara; "Ey yolcular! Üftâde hazretlerinin selâmı var. Sağ olduğum müddetçe, bu sırrı kimseye söylemesinler diye bana emretti." dedi.
Tüm İçerikler