Fransızların dünyaca meşhur romancısı Claude Farrére, 1914 senesinde Saint Albans isimli yatıyla Akdeniz sahilerinde seyahate çıkmış, bu arada Anadolu’ya da gelmişti. Bu seyahatini daha sonra bir gazetede kaleme almıştı. Çanakkale’ye geldiği sırada başından geçen bir hadiseyi şöyle anlatır: “Bir sabah erkenden Çanakkale boğazına girdik. Çok geçmeden, evleri kaba saba boyalı bir sahil şehri olan Çanakkale’nin önüne geldik. Demir attık ve karaya çıkmak için sandalı hazırlattım. Bir gün önce son konservelerimizi de bitirdiğimiz için, yatımıza yiyecek bir şeyler almak zorundaydık. Sandal rıhtıma yanaşmak üzereydi. Ayağa kalkmış, karaya sıçramaya hazırlanıyordum. Birden, iri yarı bir Osmanlı askeri, nöbetçi kulübesinden fırlayıp, ateşe hazır vaziyetteki tüfeği ni üzerimize çevirdi. Sonra da pek yumuşak olmayan bir sesle, geri dönüp geldiğim yere gitme mi emretti. Doğrusu, Osmanlı toprağına ayak basmak için pasaporta ihtiyaç olduğunu aptalcasına unutmuştum. Durum berbattı. Konsolosluktan yardım istemek mümkündü. Fakat bu iş çok uzun sürerdi. Çünkü Fransız bürokrasisi ağır işliyordu. Bizim ise hiç yiyeceğimiz kalmamıştı. Acilen karaya çıkıp birşeyle almazsak açlıktan ölecektik. Birden, “Ben Anadolu’dayım ve burası bahşişin vatanıdır” diye aklıma geldi. O zamana kadar duyduklarıma, dedi ki, demiş ki gibi şeylere inanıyordum. Kesemi açıp kocaman bir Osmanlı altını çıkardım. Bu 23 Franklık altın, Padişah hazretlerinin tuğrasını taşıyordu. Bahset tiğim altını askere uzaktan gösterdim, sonra da tüfeğini hemen geri çekeceğine inanarak ayak larının dibine fırlattım.Yanılmışım. Tüfek kıpırdamadı bile. Ve benim altınım, bir tekmede, istihfafla, sandalımın ortasına geri gönderildi. Osmanlı askeri, temiz ellerini kirletmemek için paraya dokunmamıştı bile. İnanılmaz bir şeydi bu! Fransa’dan ayrıldığımdan beri bir Akdenizli paramı reddediyordu. Artık yata geri dönekten başka yapacak bir şey yoktu. Ben de öyle yaptım. Üzgün, mahzun geri döndüm.YABANCIDAN KÂR ALINMAZGeceleyin ansızın karar verdim:“Hazırlayın sandalı! Diye emrettim. Sahile gideceğiz, ama gizlice...”Sabaha karşı sandal hazırlandı ve ıssız bir sahil aramaya başladık. Nihayet sakin bir koy bulup oraya yanaştık. Sandalın başına bir nöbetçi dikip yakınlarda bir köy aramak için ilerleme ye başladık. İki kilometre ileride bir köye ulaştık. Köyün kendine mahsus bir Pazar yeri vardı. Ortalık ağarmaya başlamıştı. Çobanlar, getirdikleri hayvanları kazıklara bağlı iplerle ayırdıkları bölmelere yerleştiriyorlar, köylüler satacakları eşyayı yayıyorlardı. Kuşkonmazlar, havuçlar, enginarlar, insana sevinç veren patates çuvalları. Çok geçmeden alışverişe başladım ve aynı anda hayretler içinde kaldım. Koyunlar, sebzeler, karpuzlar, üzümler, hepsi inanılmaz, duyul mamış, akıl almaz derecede ucuza satılıyordu. Ve benim için çok şaşırtıcı oldu ama, Türk köylü ler üstelik hırsız da değildi. Çalmıyorlardı. Akdeniz sahilerinde ilk defa namuslu insanlarla alış veriş yapıyordum. Bu şaşkınlık içinde durmadan satın alıyor, istediklerini son meteliğine kadar ödüyordum. Allah için, bu iyi insanlar benim yabancılığımdan istifadeye kalkmadılar. Ruumun içinden, Osmanlı ruhunu ve Osmanlı Devletini takdis ediyordum. Sonunda, satın aldığım eşyayı, köylülerden kiraladığım iki eşeğe yükleyip sahile doğru yola çıktım. Fakat biraz yol alınca birden bir süvari peyda oldu. Köyden bizim için gönderilmişti. Geri dönmemizi söylüyordu. “Tamam, diye düşündüm. Herşey çok iyi gidiyordu, şimdi bir çapanoğlu çıkıyor. Galiba bu pasaportsuz turistleri biri ihbar etti. Dur bakalım!”Döndük. Köyde, Pazar yerinin ortasında, Pazar gürültülerinin arasında beş-altı sakallı bizi bekliyordu. Bunlar köyün imamı ve ileri gelenleriydi. Hemen yerlere kadar eğilip selamlamakta fayda gördüm. En büyük ciddiyetle selamımı iade ettiler. Ama bu selamın sonunda başka şeyler olduğunu seziyordum. İmamın arkasında bir sıra adam, suçlu gibi dizilmişlerdi. Hepsi de aloşveriş ettiğim adamlardı. Hiç şüphesiz bu zavallılar, benim gibi kafir bir köpeğe mal sattıkalrı için cezalandırılacaktı.İmam Efendi, eşekteki bütün malları indirtti. Sonra bütün aldıklarımı cins cins ayırttı, her cins ayrı ayrı tartıldı. Patatesleri bile saydılar. İtiraz etmeği aklımdan bile geçiremiyordum. Bu, durumu daha da kötüleştirmekten başka bir işe yaramazdı.Tartı işi bitince satıcılar birer birer heyetin huzuruna geldiler. Tek kelimesini bile anlama dım ama, şüphesiz sorgulanıyorlardı. İmam Efendi sert bir ifadeyle parmağını uzatmış, domatesleri, salatalıkları teker teker işaret ediyordu. Sonra bir küçük torba getirildi. Her satıcı kesesini açtı ve İmam Efemdiye bir kaç kuruş ceza ödedi. İmam Efendi, aldığı paraları önündeki torbaya atmadan önce ince ince hesap ediyor, paraları kuruş kuruş sayıyordu. Herkes cezayı ödedikten sonra torba kapandı ve ağzı büzülerek bağlandı.Sonra...Sonra...Hikaye inanılmaz bir gidiş almaya başladı. İyi dinleyin... İmam Efendinin bir işareti üzerine aldığım mallar, bir tanesi eksik olmamak üzere tekrar eşeklere yüklendi. Ve İmam Efendi... Dinleyin... Duyun bunu... Ve İmam Efendi, nazik bir el hareketiyle bana izin verdiğini belirterek kuruşlarla dolu torbayı bana verdi. Evet, bana verdi...Gözlerim faltaşı gibi açılmıştı. İmam Efendi, çeşitli dillere de vakıf muhterem bir zâtdı. Bil diği kadar Fransızcasıyla bana izahat verdi:“Çünkü satıcılar, sana sattıkları eşyadan kâr ettiler. Evet... %10 kazandılar. Halbuki yabancılardan kâr alınmaz. Kitap şöyle yazar; [Yabancıya misafirin gibi muamele edeceksin]”Bu yaşadıklarım karşısında neye uğradığımı şaşırmış bir vaziyette yata dönerken, başka bir yerde, bizim Molliére’imizde yazılı olanları düşünüyordum. Yanılmıyorsam şöyleydi:“Gerçekten öyle, Osmanlı’ya layık bir şuurla...”