28 Mayıs 1453...İstanbul’un fetih gününün arefesi...Topkapı surları dışında kurulmuş Osmanlı çadırlarında meşaleler sabahlara kadar yanarken, Anadolu sipahilerinden, Azep askeri olan Ulubatlı Hasan’ın heyecanı da son raddelerine gelmişti. İstanbul’u muhasara eden Osmanlı askerinin kumandanı, Sultan I. Mehmed Han ise bütün hazırlıklarını tamamlamıştı. Toplar sabaha kadar aralıksız ateşe devam edeceklerdi. Kara tarafında, 100.000 kişilik bir kuvvet, ordugahın sağ tarafında, yaldızlı kapı karşısında, 50.000 kişilik diğer bir kuvvet ise sol cihette dizilmişlerdi. Padişah ise, 15.000 Yeniçeri ile merkezde idi. 70’den fazla harp gemisi de limanda idi. Sultan Mehmed, ordusunu son bir defa daha gözden geçirdi. Askere şevk ve heyecan veren âyet ve hadisler okudu. Surlara ilk çıkacak kahramanlara müjdeler verdi. Daha sonra Paşalarını ve Beylerini çağırarak:-Ey benim Paşalarım, Beylerim, cihad arkadaşlarım! Sizi, cesaretinizi bir kat daha arttırmak için buraya toplamadım. Bunu daima lüzumundan fazla gösterdiniz. Cesaret ve şiddetiniz, gayret ve himmetiniz, her zaman görülen meşhûdâtımızdandır.Şimdi parlak bir cihad için, yekdiğerinizi teşci ediniz. Zafer için üç şart-ı esâsî mevcuttur: Hulûs-i niyyet, Fena hareketlerden hayâ, Emirlere itaat. Yani, kemal-i sükûnetle ve intizam dahilinde, verilen emirleri bitemâmihâ icra ediniz, ettiriniz. Îmânî bir heyecanın verdiği galeyan ile muharebeye koşunuz. Mâlik olduğunuz liyakati gösteriniz. Zillet geride, şehadet ileridedir. Bana gelince, sizin başınızda döğüşeceğime yemin ederim. Herkesin ne suretle hareket edeceğini bizzat takibeyleyeceğim. Şimdi mevkilerinize dönünüz. Çadırlarınıza giriniz. Maiyetiniz efradı da aynı suretle hareket etsinler. Her tarafta bir sükûn-u mutlakın hükümran olmasını emrediniz. Ba’dehû, fecirle kalkar kalkmaz namaz larınızı eda edip, askerinizi bir intizam-ı tam dahilinde tertib ediniz. Hiçbir şeyle ve hiçbir kimsenin tesiriyle temkininizi bozmayınız. Sakin ve müsterih olunuz. Fakat cenk borusunun sesini duyunca, sancakların rüzgarla temevvüc ettiğini görünce derhal ileri atılınız...Padişah sözlerini bitirdiği zaman Paşalar ve Beyler ağlıyordu. Zağanos Paşa arkadaş larının hislerine tercüman oldu:-Müslümanlığımızı ispat edeceğiz. Hepimiz senin yoluna baş koyduk Padişahım!..O gece kimse uyumuyordu. Genç Padişah, günlerdir içine girmediği yatağının üzerine oturmuş, yüksek sesle Allahü Teâlâya yalvarıyordu:“-Yâ İlâhî! Bir bölük ümmeti yendirme, düşmanımızı sevindirme, bizi muzaffer kıl!”Çadırın dışında hıçkırıklarla karışık bir ses yükseldi:“-Âmîn... Âmîn...”Bu kimdi? Gecenin bu vaktinde Padişahın çadırı etrafında ne arıyordu? Yoksa muhafızlardan mıydı? Onlardan bile olsa, ne cür’etle müdahalede bulunabilirlerdi? Yerinden kalktı, dışarı çıktı. Hayret... Biraz ileride çimenlere oturmuş genç bir adam, ellerini göğe kaldırmış, biraz evvelki duayı tekrarlıyordu:“-Yâ İlâhî! Bir bölük ümmeti yendirme, düşmanımızı sevindirme, bizi muzaffer kıl!”Sultan Mehmed:-Orada ne ararsız, kimsiz?.. diye seslendi. Genç adam oturduğu yerden kalktı:-Ulubatlı Hasan kulunuzum padişahım...Sizi muzaffer kılması için Cenâb-ı Hakk’a yalvarırım... dedi.Padişah bu sesi tanıyordu. Babası Sultan II. Murad an zamanından bergüzar kalmış bir kahramandı. Ölüme gönüllü giden kimselerdendi. Kızmadı. Mülayim bir sesle:-Var istirahat eyle Hasan, yarın cihad günüdür... dedi.Ulubatlı Hasan’ın bir ricası vardı. Onun için buraya kadar gelmişti. Vezir Zağanos Paşa onu, ikinci hatta vuruşacak bir müfrezenin başına koymuştu. Halbuki o, ilk safta döğüşeceklerle beraber bulunmak istiyordu. Arzusunu birkaç cümle ile söyledi. Sultan Mehmed, bu temiz kalbli bahadıra yaklaştı:-Bunun bir hikmeti var... dedi. Ulubatlı Hasan, Padişahtan affını isteyerek uzaklaştı. Acaba bu hikmet ne idi? Arkadaşlarının yanına giderken hep bunu düşünüyordu.29 Mayıs Salı günü şafak sökmeden evvel Türk toplarının müthiş tarrakaları surları döverken, borular hücum işaretini vermişti. Biraz sonra hava aydınlanmış, Padişahın muazzam sancağı çıkarılmış, herkesin görebilmesi için semaya doğru çekilmişti. Hücum eden Türk askerleriyle, ümitsiz, fakat anûdâne mukavemet gösteren İmparator Konstantin’ in askerleri arasında amansız bir mücadele başlamıştı. Gedikler açılıyor, kapanıyor, davul ve çan sesleri arasında dost-düşman birbirine karışıyordu. İlk hatta dövüşenler tam bir muvaffakiyet gösteremiyorlardı. Ulubatlı Hasan, Padişahın “Hikmet” kelimesinden neyi kasdettiğini şimdi anlamıştı. Bunlar erimeye mahkum zayıf kuvvetlerdi. Esas hücumu ikinci safta olanlar yapacaktı. Bununla beraber Hasan, yerinde duramıyor, arkadaşlarına dert yanıyordu. Bütün korkusu, kendisi savaşa katılmadan fethin tamamlanması idi. Vaktiyle babasının şehid olduğu II. Kosova muharebesinde o da bulunmuş, temayüz etmişti. Bugün de bütün kalbi şehid olmak arzusu ile doluydu. Gözünde ne tımar, ne sancak vardı. Mansıp ta asla gözü yoktu. İlk hatta dövüşenler yavaş yavaş erimiş, sıra ikinci hatta gelmişti. Ulubatlı Hasan artık yerinde duramıyor:-Vezirler daha ne beklerler, bize neden müsaade etmezler?.. diye arkadaşlarına soruyordu. Nihayet hücum emri verildi. Hasan ve arkadaşları surlara doğru koşmaya başladılar. Surların üstünden ağlı paçavralar, oklar atılıyor, duvara çıkmaya imkan vermiyordu. Hendekler şehidlerle dolmuştu. Ulubatlı ve arkadaşları düşman ateşine fedakar göğüslerini siper ederek kale duvarına tırmanmaya çalışıyorlardı. Bu yüzden, mevcutlarının yarıdan fazlasını kaybetmişlerdi. Fakat düşenin yerini bir başkası alıyordu. Bir ara surlarda akisler yapan bir nara duyuldu:-Ne durursuz şahbazlarım, atılın aslanlarım!...Bu, Sultan Mehmed’in sesiydi. Hasan kendinden geçmişti. Zevkine doyulmaz bir heyecanla ileri atıldı. O da arkadaşlarını teşci ediyor, naralar atıyordu:-Vurun kardaşlarım, Allah için vurun!..İşte Sultanın da sancakları ateş hattına kadar gelmişti. Onların gölgesinde dövüşmekten, şehidlik mertebesine ulaşmaktan büyük mertebe ne olabilirdi? Hasan muradına nail oldu. Şahinler gibi tırmanarak surlardan birine çıktı. 32 arkadaşı da arkasından geliyordu. Ok yağmuru altında bayrağı dikti. Üzerine gelenlere sağ elindeki kılıcı ile mukabele ediyor, sol eliyle bayrağı tutuyordu. Vücudu delik deşik olmuştu. Artık, kendisine bunca meydanlarda zafer bahşetmiş ola baba yadigarı kılıcı sallayamıyor, faka tiki eliyle bayrağa sarılmış, onu bırakmıyordu. O civarda bulunan bütün Yeniçeriler coşmuştu:“Allah...Allah...” sadalarıyla ileri atılıyorlar Ezan-ı Muhammedî okuyarak ateşe giriyorlar dı. Bayrağı indirmemek, biraz sonra düşecek olan Ulubatlı Hasan’ın yerini boş bırakmamak lazımdı. Hasan, bayrağı öpmek istiyormuş gibi son takatini sarfederek doğrul du, sonra birden surların üzerine düştü. O, artık son arzusuna nail olmuş, şehidler kervanına katılmıştı.