Sultan Abdülhamid Han’ın Suriye’deki çiftliklerinden birinde vazife yapan bir mülazim, yani teğmen, hatıratında şöyle bir hadise nakleder:Güneş çoktan batmıştı. Fakat çiftlik yine, sabah oluyormuş gibi coşkunlu ğunu kaybetmeyen bir aydınlık içinde kuş cıvıltılarıyla dolu, gölgesizdi. Emir erime nargilemi hazırlatmış, kahvemi bekliyordum. Birden avluya dört atlı girdi, dört silahlı bedevi...Gelenlerden en yaşlısı kısrağından inip karşımda dikildi. Sordum:-Hayrola yâ Şeyh? Her zaman olan işlerdendi. İki aşiret arasında silahlı çatışma çıkmış, bu dört kişi güç bela baskından kurtulup buraya gelmişlerdi. Geceyi burada geçir mek istiyorlardı. Dördü de silahlarını bırakıp damın toprak zeminine çömeldiler. Yaşlı olanı maşlahıydı. Diğerleri entari giymişlerdi. Hiç konuşmadan öylece bekliyorlardı. Bir aralık genç olanlarından biri hafifçe inledi. Şeyh sordu:-Hasta mısın?-Hayır!-Yaralı mısın?-Galiba...dedi ve omzunu işaret etti.Emir erime seslenip feneri getirttim. Oralarda fener, ancak böyle mühim işlerde kullanılır. Ay olmasa da yıldızlar yakından parıldaşırdı. Bedevinin omzuna baktık, sol tarafından bir kurşun yemiş. Kan içine sızmış olacak ki, entarisi boyanmamış. Yalnız yaranın ağzına kurumuş kahve telvesini andıran pıhtılar birikmişti.-Kurşun içerde kalmış...dedim.Şeyh, başıyla doğruladı. Sonra hiçbir şey demeden erin elinde feneri aldı, avluya indi. Yere eğilmiş, uzun uzun bir şeyler aradığını yukarıdan görüyorduk. Neden sonra, bir çürük değnek parçası ve pis bir paçavra ile geldi. Yoğurt süzdü ğümüz eski, yırtık torbadan atılmış bir paçavra ile...Bu paçavrayı değneye iyice, sıkıca sardı, dişleriyle bir de düğüm yaptı. -Zeytinyağı bulunur mu?-Olacak...Gençlerden birine döndü, bir şeyler söyledi. O, aşağıya indikten biraz sonra burnuma mutfakta yanan, tavada yakılan zeytinyağ kokusu geldi. Anladım ki ameliyata hazırlanıyoruz.Yaralının sırtından entarisini çektiler. Şeyh, benden çakımı istedi ve uzun ağzını açıp birden yaranın içine daldırdı. Bir kavunun bereli, acı yerini oyup nasıl atarsak öyle yaptı. Fakat bu parçanın lifleri gövdeden tam ayrılmamıştı ki, çekti ği zaman çıkmadı, çakının ucundan kayıp tekrar yaradaki yerine girdi. Çekip koparmak gerekmişti, hem de epeyce asılarak...Yaralı “of” bile demedi, sadece omzunu, şöyle sinek konmuş gibi oynattı. Şeyh buna bile kızdı:-Ayıp...dedi. Genç taş kesildi. Şimdi, Şeyhin iki parmağı yaranın içine paslı bir kıskaç, bir kerpeten gibi sokulmuştu. Kurşunu bulmuş, yakalamış olacak ki, tıpkı tahtadan çekiçsiz ve kesersiz bir çivi çıkarmaya uğraşırsak, öyle, iki tarafa sallamaya, ırgalamaya başladı. Sonra büktü...Sağa büktü...Sola büktü...Her büküşünde yaradan koyu, kalın bir kan tabakası kabarıyordu. Sönük, petrol lambası ısığının altında katran gibi görünen ve sıcaklığı duyulan bir kan tabakası. Sade sıcaklığını değil, öğürtü cü kokusunu da duyuyordum. Şeyh, yere, ayaklarımızın altına bıraktığı deminki tıkacı eline aldı. Ben gözlerimi istemeyerek kapadım. Açtığım zaman bu tıkaç yaranın içindeydi. Belli ki biraz güçlükle girmişti, zor işliyordu. İşliyordu diyorum, çünkü şeyhin merha metsiz eli bunu taş ocaklarında barut deliği açanların küsküsü gibi sert, delikan lının granit sırtına daldırıp daldırp çıkarıyor ve her çıkarışında çevresine kan serpiştiriyordu. Bir aralık kan fazlalaştı. Tıkanmış bir musluk yalağına nasıl bir tel veya değnek soktuğunuz zaman, aşağıdan yer bulamayan su taşarsa, öyle yalaksız bir ka kabartısı...Bu kan yavaş yavaş azaldı, duruldu, kesildi.O zaman Şeyh yaralıya ilk defa merametle:-Sabret evlat!...dedi.Bedevi genç cevap vermedi, “Gık” demedi, hatta kımıldamadı. Tek bir kası bile titremedi. Anladım ki, müthiş bir şey olacak! İşte oldu; İsli tavasıyla kaynar zeytinyağı getirmişlerdi. Yağ pek ustalıklı bir şekilde, bir damlası etrafa sıçratıl madan, dar ağızlı bir şişeye hunisiz sıvı aktarılır gibi yaray ağır ağır boşaltıldı.Zavallı bedevi buna da dayanmaya çalıştı. Fakat sonunda:-Ya Allah!... dedi ve diz üstü çöktü. Ben:-Mût! (öldü) diye haykırdım. Şeyh cevap verdi:-Halas (kurtuldu) dedi.Ertesi sabah uyandığım vakit avluda dört at ve dört bedevi duruyordu. Veda ve teşekkür için beni bekliyorlardı. Yaralı solgun, süzgün ve ateşler içindey di. Elimi öptü ve:-Şu bindiğim kısrak gebedir, yavrusu senindir...dedi.Kısrağına atlarken ona kimse yardım etmedi. Arkalarından baktım, dördü de dik, dinç görünüyordu. Üç yıl sonra...Ben çiftlikte yokken, bir bedevi gelip bir tay bırakmış, “Paşa’ya söz vermiş tim, kendisi bilir...” demiş gitmiş.Paşa dediği benim...Daha o zaman mülazım (Teğmen)dim. Fakat bedevi nin gözünde bir Osmanlı teğmeni, her zaman Paşa’dır.