Şemseddin-i Tebrizi, göçünce o âleme,
Mevlana çok üzülüp gark oldu bir eleme.
Ayrılığın verdiği hasret ile bu sefer,
Söyledi nazım ile çok güzel kasideler.
İlim talebeleri, koşarak dört bir yandan,
İstifade ettiler hazret-i Mevlana’dan.
Yanında, her an için dört beş yüzden ziyade,
Dinleyici bulunup, ederdi istifade.
Binlerce talebesi, her gün ders alıyordu.
Ve hem de sayıları, gün be gün artıyordu.
Çoğu, bu büyük zatın yetişip huzurunda,
Birer âlim ve veli oldular en sonunda.
O zamanlar Konya’da, Selahaddin adında,
Bir kuyumcu var idi Mevlana zamanında.
Mevlana hazretleri, sarraflar çarşısından,
Geçerken, bir dükkanın önünde durdu bir an.
İçerden tatlı tatlı çekiç sesi gelirdi.
Her çekiç, sanki ona (Allah! Allah!) der idi.
Mevlana, dışarıdan bu zatın dükkanına,
Şöyle bir nazar edip, devam etti yoluna.
Lakin o, içeriye edince tek bir nazar,
Bir anda altın oldu dükkandaki eşyalar.
Kuyumcu bunu görüp, hayrette kaldı o an.
Hazret-i Mevlana’ya oldu meftun ve hayran.
O andan itibaren terk eyledi işini.
Çıkarak, takib etti Mevlana’nın peşini.
Dersine devam edip, o islam büyüğünün,
Yükseldi tasavvufta derecesi gün be gün.
O zamanın sultanı, Sultan Rükneddin ise,
Bu zatın kıymetini bilmezdi her nedense.
Dediler ki: (Ey Sultan, bu Allah adamları,
Bilirler hiç kimsenin bilmediği sırları.)
Sultan, bunu iyice anlamak gayesiyle,
Çağırdı âlimleri saraya birisiyle.
Bir kutuya sokarak bir yılan yavrusunu,
(İçinde ne var?) diye, onlara sordu bunu.
Âlimler arasında var idi bu zat dahi.
Sualin cevabını o verdi bizatihi.
Dedi: (Hak teâlânın sevdiği veli kullar,
Keramet göstermeye Allah’tan utanırlar.
Değil gözle görülen şu kutuda olanı,
Yedi kat yer ve gökte, bilirler dört bir yanı.
Şu gördüğün dünyayı, karış karış, veliler,
Bir avuç içi gibi, her an görebilirler.
Bir yılan yavrusunu, o kutunun içine,
Hapsetmekten, acaba ne geçiyor eline?)
Duydu Sultan Rükneddin bunları o veliden.
İnkardan vaz geçerek, oldu talebesinden.