Hazret-i Mevlana’nın bir talebesi vardı.
İlim sahibi olup, Fahreddin idi adı.
Mevlana, kendisini çağırıp huzuruna,
Bir kitap yazmasını emretti bir gün ona.
(Peki efendim!) deyip, gösterdi o da gayret.
Onu, kısa zamanda tamamladı nihayet.
Mevlana, göz gezdirip, beğendi kitabını.
Ve ona hibe etti mübarek hırkasını.
Lakin onun gönlüne geldi ki şu düşünce:
Ben bunu yazmak için, uğraştım gündüz gece.
Nice göz nuru döktüm, hem de mum ışığında.
Bir hırka az değil mi bunun karşılığında?
Gönlünden geçirirken o bu düşünceleri,
Kalbini okuyordu Mevlana hazretleri.
Yine de, merhametle kendisine bakarak,
Buyurdu: (Hayır hayır, o düşünceyi bırak.
Bak sana, bir hikaye anlatayım da dinle:
Bir zamanlar, bir fakir yaşardı bir şehirde.
Eline sepet alıp, ev ev dolaşıyordu.
Kim ne verse alıyor, evine taşıyordu.
Bir gün de geçiyordu bir sarayın önünden.
Kapısını çalarak, geçirdi ki gönlünden:
Cihan padişahının kapısıdır bu elbet.
Ümidim şöyledir ki, burada dolar sepet.
O an bir el uzanıp fakirin sepetine,
Saraydan, küçükçe bir paket kondu aksine.
Fakir bunu görünce, üzüldü, hayret etti.
Zira umuyordu ki doldururlar sepeti.
Açtı sonra paketi bunları düşünerek.
Gördü ki, kızartılmış tavuk var içinde tek.
Lakin sonra bu fakir, yer iken onu akşam,
Gördü ki, altın ile dolu imiş içi tam.
Öyle düşündüğüne pişman olup, hem dahi,
Dedi ki: Kusurumu affeyle ya ilahi.)
Talebe, Mevlana’dan bunları dinleyince,
Öyle düşündüğüne üzüldü o da nice.
Yıllar sonra Mevlana, göç etti bu dünyadan.
O seneler, Konya’da kıtlık oldu bir zaman.
Yağmur dualarına çıktılar, lakin yine,
Hiç yağmur yağmıyordu Konya vilayetine.
En son bu talebenin hanesine geldiler.
Mevlana’nın verdiği hırkayı istediler.
Bir âlim, bu hırkayı giyerek en nihayet,
Dua etti: (Ya Rabbi, bize yağmur ihsan et.)
Öyle yağmur yağdı ki bitmeden bu duası,
Günlerce kesilmedi hem de ardı arkası.
Kıymetli hediyeler verdiler kendisine.
Gelen hediyelerle zengin oldu o sene.