Hazret-i Şems, Konya’ya, Şam’dan teşrif edince,
Şekerciler isminde bir hana indi önce.
O sabah, han kapısı önünde otururken,
Mevlana, atı ile geçti hanın önünden.
Bütün talebesi de, ardınca gidiyordu.
Tam o hanın önünden geçerken Şems’i gördü.
Bir anda, muhabbeti doldurdu kalbini tam.
Sevgiyle selam verip, yoluna etti devam.
Ve kendi kendisine düşündü ki: Bu kimse,
Hallerinden, benziyor yabancı bir kimseye.
Zira hiç görmemiştim onu ben bunca zaman.
Ne kadar da nur yüzlü, ne sevimli bir insan.
Bu düşünceler ile meşgulken onun zihni,
Şems gelip, tuttu birden atının dizginini.
Baktı ki, biraz önce gördüğü yabancıdır.
Dedi ki: (Buyurunuz, bir arzunuz mu vardır?)
Buyurdu: (İsminizi öğrenmektir muradım.)
Arz etti ki: (Mevlana Celaleddin’dir adım.)
O, duyunca Mevlana Celaleddin ismini,
Kalbinin derununda hissetti sevgisini.
Bu sefer de, onu çok merak edip Mevlana,
(Sizin ism-i aliniz ne?) diye sordu ona.
(Şems-i Tebrizi) diye işitince o zattan,
Sevinç ve heyecanla sıçrayıp indi attan.
İki dost kavuşmuştu nihayet birbirine.
Sevgiyle sarıldılar hemen birbirlerine.
Mevlana, göstererek büyük hürmet, itibar,
Beraber yürüdüler kendi evine kadar.
Dedi ki: (Ey efendim, burasıdır evimiz.
Sizin emrinizdeyiz çoluk çocuk, hepimiz.
Ev, layık değilse de hiç zat-ı alinize,
Sadık köle olmaya çalışacağım size.
Kölenin nesi varsa, hep Efendisinindir,
Çocuklar evladınız, bu hane de sizindir.)
Onu pek fazla sevip, gösterdi saygı, edep,
Yanından ayrılmayıp, hizmetinde oldu hep.
Onun sohbetlerini, zevk ile dinliyordu.
Yanından, bir an olsun gitmek istemiyordu.
Şems dahi çok sevmişti hazret-i Mevlana’yı.
İkisi birleşince, unuttular dünyayı.
Bu iki sevgili dost, çekilip bir odaya,
Hep sohbet ederlerdi, baş başa, doya doya.
Hatta öyle oldu ki, Mevlana hazretleri,
Evden hiç çıkmıyordu, o geleliden beri.
Öyle zevk alırdı ki onun sohbetlerinden,
Ayrı kaldı bu yüzden kendi talebesinden.
Gidemez oldu artık onlara ders vermeye.
Ve çıkamaz olmuştu, camide vazetmeye.