Abd, hür olmayan insan. İslâm hukukunda narbte esir alınıp, İslâm memleketine getirilen kimse. Kadın olursa câriye denir. Düşman memleketinde alınan esire rakîk, İslâm ülkesine getirilip gazilere taksim edilene memlûk denir. Abd, bir kimsenin başkasının irâdesi altında olduğunu da ifâde eder. Âzâd edilen (serbest bırakılan) köleye veya cariyeye mevlâ denir. Esasen mevlâ, efendi mânâsında olup, köle, veya cariyenin sahibine denir. Ancak, âzâddan sonra da âzâd edilen köle ile efendisi arasında velâ (yakınlık) ve yardımlaşma devam ettiğinden hem efendiye, hem de âzâd ettiği kölesine de mevlâ denmiştir. Hattâ âzâd edilen kölenin işlediği cinayetin diyetini mevlâsı (efendisi) verir. Yine âzâd edilen köle vefat edip, mirasçısı yoksa mevlâsı (efendisi) ona mirasçı olur. Mevlâ kelimesinin çoğulu, Emevîler devrinde, arab olamayanlar için kullanılmış ve bunlara mevâlî denilmiştir.
Köleliğin târihi çok eskilere dayanır. Bâzı milletler harb esirlerini işkencelerle öldürür, hiçbirini yaşatmazlardı. İsrâiloğullarında da durum böyleydi. Eski Mısırlılar köleyi serveti arttırmaya yarayan bir âlet, çokluğu ile iftihar edilen bir meta olarak görüyor, diledikleri zaman öldürebiliyorlardı. Hindlilerde köle, sekiz hattâ on beş yolla elde edilebiliyordu. Bunlardan birisi de borcunu ödemeyen kimsenin, alacaklı tarafından köle yapılabilmesiydi, İran’da ise, halk, dihkân denilen toprak sahiplerinin elinde köle muamelesi görüyordu. Borçlarını ve şahsî vergisini ödeyemeyen pek çok köle vardı. Filozoflar da dâhil, Yunanlılar da kölelerine çok zulmediyorlardı. Köleler onların nazarında eşyadan farksızdı. Aristo köleyi; “Ruhlu bir’âlet, canlı bir meta” diye tarif etmişti. Köle bir suç işlerse, alnından kızgın bir şişle dağlanırdı. Yunanlılar, harbten başka sahil memleketlere baskınlar yaparak köle elde ederlerdi. Bu sebeble Yunan sömürgeleri birer esir pazarı olmuştu. Romalılarda da köle vardı. Vücûdlarına ağır demir parçalarını bağlayarak tarla sürmek, ayaklarından asmak, öldürünceye kadar işkence etmek, Romalıların kölelere tatbik ettikleri cezalardandı. Hattâ bunlar, başkalarının karısını ve kızını çalarak satarlardı.
İsa aleyhisselâmdan sonra bozulan hıristiyanlıkda, erkek ve kadın kölelerin efendilerine mutlak itaati emredilmişti. Fakat kölelerin hukukuna riâyet edilmesine dâir, hükümler mevcûd değildi.
İslâmiyet’ten önce Türklerde kölelik yoktu. Zâten konar göçer bir millet olmaları buna müsâid değildi, İnsan hakları gözetilirdi. Göktürk metinlerinde kul ve câriye tâbirlerine yer verilmekle birlikte, kendilerinin birliklerinin bozulmasından istifâde eden Çinliler tarafından köle ve câriye olarak kullanıldıkları zikredilmiştir. Daha sonraları kölelik, Tabgaçlar ile İç-Asya Uygurlarında görülmüştür. Eski asırlarda ise, Doğu Avrupa Türkleri arasında böyle bir duruma rastlanmaz. Yalnız Kıpçak bozkırlarında bâzı Türk çocuklarını satın alarak köle ticâreti yapan milletlerin varlığı da bir gerçektir. Kısaca eski Türk hayâtında kölelik söz konusu değildi.
Ortaçağda İslâmiyet’in doğduğu sırada Arab yarımadasında da kölelik en katı şekli ile devam ediyordu. O zamanki kabileler, baskınlardan ibaret olan muharebelerde ele geçirdikleri erkekleri köle, kadınları câriye yapıyor, en ağır işlerde çalıştırıyorlardı. Kölelik, cemiyete mâlolmuş, adetâ cemiyet hayâtının ayrılmaz bir parçası hâline gelmişti. Bu devirde, her millet karşısındakinin kuvvetini azaltıp, kendisini güçlü hâle getirmek gayreti içerisinde idi. Müslümanlar da düşmana silâhı ile mukabele etmek durumunda idi. Yoksa kendi varlığını tehlikeye atmış olurdu. Bunun içindir ki, islâmiyet, düşmandan esir aımaya müsâade etti. Fakat köleliği eşine rastlanmayan bir şekilde ıslâh etti. Sâdece, İslâmiyet’i ortadan kaldırmak isteyenler ve müslümanlara hayât hakkı tanımayanlarla yapılan muharebeden sonra ele geçirilen gayr-i müslim esirleri, köle yapmaya izin verdi. Harbde esir alınmayan bir insanı satmaya ve satın almaya müsâade etmedi. Harb dışındaki köle edinme yollarının hepsini yasakladı. Harbden önce düşmana müslüman olması teklif edilirdi. Kabul etmezlerse cizye vermeleri istenirdi. Kabul ettikleri takdirde, hür ve dinlerinde serbest olurlardı. Bunlara zımmî (gayr-i müslim vatandaş) denirdi. Cizye vermeyi kabul etmezlerse, harb edilirdi. Harbin netîcesinde ele geçirilen esirler hakkında devlet başkanı şu üç husustan birini yapmakta serbestti: İslâmiyet’e ve müslümanlara zararlarını tamamen ortadan kaldırmak için ya öldürülürler, (kadınlar ve çocuklar öldürülmezdi. Müslümanlara köle olarak taksim edilirdi) veya kötülüklerine mâni olmak ve müslümanların faydalanmaları için köle yapılırlar, yahut şahıs başına cizye ve topraklarından haraç alınıp, hür ve serbest bırakılırlar, zımmî olurlardı. Esir edildikten sonra müslüman olurlarsa, katledilmezler, fakat, köle olarak kalırlardı. Esir edilmeden önce müslüman olurlarsa köle yapılamazlardı. Çünkü müslüman olmaları, köle yapılmalarına mâni idi. Kâfir esirler ancak ihtiyaç varsa mal veya müslüman esirler karşılığında bırakılabilirlerdi. Yoksa fidye ile bırakılmaları caiz değildi. Kölelerin beşte biri Beyt-ül-mâle ayrıldıktan sonra geri kalanı gaziler arasında taksim edilirdi. Taksimden sonra gazilerin mülkü olurlardı. Harbte ele geçirilen kadınlar, İslâm ülkesine getirilmedikçe câriye olmazdı. Efendisinden çocuğu olan cariyeye ümm-i veled denirdi. Câriye ümm-i veled de olsa ve köle, efendilerinin izni ile evlenebilirdi. Ümm-i veled satılamazdı. Efendi ölünce, câriye ve köle mîras kalırdı. Ümm-i veled ve efendisinden olan çocuğu hür olur, zevcinden olan çocuğu hür olmazdı.
Cariyelerin kıyafetleri hür kadınlarınkinden farklı idi. Hür müslüman kadınlar, yüzlerinden ve ellerinden başka her yerini tamamen örterlerdi. Cariyelerin ise, başlarını, saç, boyun, kol ve bacaklarını örtmeleri lâzım değildi. Eskiden yalnız cariyeler başları açık gezerlerdi. Efendi, kölesini ve cariyesini evlendirmeye mecbur değildi. Fakat gayr-i meşru münâsebetlerde bulunacağından korkutursa, evlendirmeğe veya satmağa mecburdu. Efendi, kölesinin nafakasını te’min etmekle de mükellefdi. Yoksa, köle çalışarak nafakasını kazanırdı.
İslâmiyet, harbten alınan esirlerin’ köle, hizmetçi yapılmasını mubah kılmakla beraber, onların durumlarını tanzim etti. Hürriyetlerine kavuşma imkânı verdi. Yemede, içmede, eğitim ve öğretimde köle ile efendiyi eşit tuttuğu gibi, velayet (başkanlık) hâriç medenî hakların büyük bir kısmında onları aynı seviyede tuttu. Onlara iyilikle muamele edilmesini emretti. Kötülük yapılmasını, şahıslarına karşı işlenen tecâvüzleri, haksız yere dövülmelerini ve cezalandırılmalarını yasakladı.
Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde Nisa sûresi otuz altıncı âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyurdu: “Allah’a ibâdet edin. O’na hiç bir şeyi ortak koşmayın. Ananıza, babanıza (güzel söz ve fiil ile), akrabanıza (sıla-i rahimle), yetimlere (gönüllerimi almakla), fakirlere (sadaka vermekle), akrabanız olan komşularınıza (şefkat ve merhametle), uzak komşunuza (onlar için hayır istemek ve zararı gidermekle), dost ve arkadaşlarınıza (haklarına riâyet etmek ve sevgi ile), yolcuya (ikram etmek ve doyurmakla), ellerinizdeki kölelere (ve cariyelere yumuşak muamele etmek suretiyle), iyilik ediniz. Muhakkak ki, Allahü teâlâ (bunlara böyle iyilik etmeyip) kibirlenerek insanlara haksız yere övünenleri sevmez.”
Peygamber efendimiz de buyurdular ki: “Kölelere karşı iyi davranmak bereket, kötülük yapmak ise şeamettir” ve “Emri altında bulunanlara kötü davranan Cennet’e girmez.” Veda hutbesinde beş vakit namazı vasiyet ve emrederken, hemen ardından kölelere ve emri altında olanlara yiyecek, giyecek ve diğer ihtiyaçlarında, ihsan, iyilik üzere olunmasını emretmiştir. Son vasiyetlerinden birinde şöyle buyurdu: “Eliniz altında bulunan kimseler hakkında Allahü teâlâdan korkunuz! Onlara yediklerinizden yedirip giydiklerinizden giydirin! Dayanamayacakları işleri yaptırmayın! Beğeniyorsanız yanınızda tutun, beğenmiyorsanız satın! Allahü teâlânın kullarına, yarattıklarına azâb, cefâ etmeyin! Çünkü Allahü teâlâ onları sizin emrinize verdi, isteseydi, sizi onların emrine verirdi.”
“Namaz ve köleleriniz hakkında Allah’tan korkunuz!”
“Şu iki güçsüz; yâni köle ve kadın hakkında Allah’dan korkunuz!”
“Kim kölesinin yüzüne bir tokat atsa veyahut onu döğse, onun keffâreti köleyi âzâd etmesidir.”
“Sizden biriniz cariyesinin tâlim ve terbiyesine, hayâtına ve sıhhatine kıymet verir, sonra âzâd edip (serbest bırakıp) nikâh ederse iki sevâb kazanır. (Bu, âzâd ile nikâh sevabıdır.)”
Yine Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, kölelerin gönüllerini hoş ederek; “Köle, Rabbine güzel ibâdet eder, üzerinde hakkı bulunan efendisine iyi hizmet eder ve itaat ederse iki sevâb kazanır.” buyurmuştur.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz köle ve cariyelerle efendilerinin birbirlerine nasıl hitâbedeceklerini de şöyle beyân buyurdular: “Sizden hiç biriniz sakın memlûküne, kölem, cariyem diye seslenmesin. Yiğidim, oğlum, kızım deyiniz. Onlar da size, efendim, velinimetim desin.”
Köleler, müslümanlardan gördükleri şefkat, merhamet ve güzel muamele karşısında, onların yanında kalmayı kendi ailelerinin yanına gitmeye tercih ettiler.
Zeyd bin Harise, Peygamber efendimizin kölesi idi. Amcası ile babası, oğullarının köle olduğunu duymuş ve Peygamberimize kadar gelmişler, para pul ne isterse ödeyeceklerini, onu kendilerine vermesini rica etmişlerdi. Sevgili Peygamberimiz hiç ücret istememiş, sâdece hazret-i Zeyd bin Hârise’ye, serbest olduğunu, isterse babası ve amcası ile gidebileceğini bildirmiştir. Fakat, Zeyd bin Harise, babası ve amcasının bütün yalvarmalarına rağmen, Peygamber efendimizden ayrılmayacağını bildirdi. Peygamber efendimiz onu âzâd etti ve Arabların ileri gelenlerinden ve halasının kızı olan Zeyneb ile evlendirdi. Hattâ onu ve önceki hanımından olan oğlu Üsâme’yi ordu komutanı yaptı. Resûlullah’ın hazret-i Zeyd’i bâzı seferlerinde kâim-i makam olarak yerine bıraktığını Zührî (rahmetullahi aleyh) rivayet etmiştir.
Eshâb-ı kiram da, Allahü teâlânın ve Resûlullah’ın sallallahü aleyhi ve sellem bu husustaki emir ve tavsiyelerine cân-u gönülden sarıldılar.
Bedr muharebesinden sonra Resûlullah efendimiz esirleri Eshâb-ı kiram (radıyallahü anhüm) arasında taksim edip; “Bunlara iyi muamele edin” buyurmuştu. Bedr’de müşriklerin sancakdârı ve bilâhere müslüman olan Ebû Aziz bin Umeyr der ki: “Ben, Ensârdan bir cemâatin arasında bulunuyordum. Beni, Bedr’den getirdiler. Resûlullah efendimiz bize iyi davranmalarını tavsiye ettiği için, sabah-akşam yemeklerinde ekmeği ve katığı bana verirler, kendileri yalnız hurma yerlerdi.”
Hazret-i Ömer Şam’ı fethettiğinde, oraya girerken bir kölesi, bir de devesi vardı. Kölesi ile nöbetleşe deveye binerdi. Bâzan kendisi yürür, devenin yularını çekerdi. Şam’a yaklaştıklarında binme sırası kölede idi. Yol üzerinde bir nehre rastladılar. Hazret-i Ömer, ayakkabılarını koltuğunun altına alıp, deveyi çekerek, o suyu geçti. Şam valisi olan Ebû Ubeyde bin Cerrah, onu karşılamak için nehrin kenarına gelmişti. Ebû Ubeyde onu bu hâlde görüp; “Ey mü’minlerin emîri! Şam’ın ileri gelenleri sizi karşılamaya geliyorlar. Sizi böyle görürlerse beğenmez ve başka mânâ verirler” deyince, Ömer (radıyallahü anh): “Biz zelil bir kavim idik. Allahü teâlâ, bizi islâmiyet ile aziz eylemiş, şereflendirmiştir. Biz O’nun rızâsını ararız, insanların sözü bizi bağlamaz. Ner derlerse desinler” buyurdu.
Bir gün hazret-i Osman kölesinin kulağını biraz şiddetli çekmişti. Sonra bu yaptığına pişman oldu. Kölesine; “Ben senin kulağını nasıl çekmişsem sen de benim kulağımı öyle çek!” buyurdu. Kölenin edebinden yapmak istemediğini görünce, ısrar etti. Aynısını yaptırıp, onunla helâllaştı.
Hazret-i Ali de; “Benim Rabbim Allah’dır diyen bir insanı köle edinmekten haya ederim” buyurmuştu. Yine o, farklı fiyatlarda iki kat elbise alması için kölesine bir kaç dirhem vermişti. Elbiseleri getirince, pahalı ve iyi kumaşı köleye verip; “İyisi senin olsun. Çünkü sen gençsin. Ben artık ihtiyarladım” buyurdu.
Ayrıca İslâmiyet karşılıksız, Allah rızâsı için köle âzâd etmeyi de teşvîk etmiştir. Nitekim Beled sûresinde sekizden on yedinci âyet-i kerîmeye kadar meâlen şöyle buyrulmaktadır: “O (insan) kendisini hiç birinin (Allahü teâlânın) görmediğini (yaptığı kötülüklere karşılık cezalandırmayacağını) mı sanıyor. Biz ona (görecek) iki göz, (kalbine tercüman olacak) bir dil, (ağzını kapayabileceği, yiyip içmekte yardımcı olacak) iki dudak vermedik mi? Biz ona (hayır ve şer olmak üzere) iki. de yol gösterdik. Fakat o, akabeyi (sarp yokuşu) aşamadı. (Malını, kıyamet günü Cehennem üzerindeki kılıçtan keskin olan sırat köprüsü akabelerini geçmeye yarayacak şeylere harcamayıp, Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme düşmanlık ve zarar vermek için sarfetti.) “Bu akabenin ne olduğunu (onun nasıl aşılıp geçileceğini) sana hangi şey bildirdi? (O akabeyi geçebilmek), köle âzâd etmek, yahut bir ihtiyâç ve açlık zamanında akrabadan bir yetimi veya pek fakiri (düşkün olanı) doyurmaktır. (Bundan) sonra (o köle âzâd eden ve fakirleri doyuranın) mü’minlerden olup, birbirlerine (tâatlere) sabrı ve (insanlara) merhameti tavsiye edenlerden olması (şarttır).”
Resûlullah efendimiz de hadîs-i şerîfde; “Herhangi bir müslüman bir müslümanı âzâd ederse, Allahü teâlâ, onun her uzvu karşılığında o âzâd eden şahsın bir uzvunu ateşten kurtarır” buyurmuştur.
Bunun içindir ki, müslümanlar islâm’ı kabul edip, zühd ve takva hâlleri görülen köleleri ekseriyetle âzâd etmişlerdir.
Yine islâmiyet köle âzâd etmeye zorlayıcı hükümler de bildirmiştir. Nitekim bâzı ibâdetlerin keffâretinde köle âzâd etmek, emr olunmuştur. Meselâ özürsüz orucunu bozanlar keffâret olarak köle âzâd eder. Köle âzâd edemeyen ard arda altmış gün oruç tutar. Altmış gün sonra tutmadığı her gün için birer gün daha tutar. Yine yeminini bozanın keffâret olarak ya köle âzâd etmesi, yahut zekât alması caiz olan on fakire bütün bedenini örtecek kadar bir kat çamaşır vermesi veya aç olan on fakiri bir gün iki defa doyurması îcâbeder.
Ayrıca, efendi, vefatından sonra kölenin hür olmasını vasiyet edince, vefattan sonra köle hür olabiliyordu. Satın alınan ve borcunu ödeyince âzâd olacak köle (mukâteb), zekâtın verildiği kimselerden sayıldı. Devlet başkanı veya zekât me’mûru, hürriyetine kavuşması için efendisiyle mukâtebe yoluyla anlaşma yapmış olan köleye, onu kölelikten kurtaracak kadar zekât malından verirdi. Bu şekilde pek çok köle âzâd edilmiştir.
Düşmanın yanında bulunan kölelere âzâd edilecekleri vâd edilmek suretiyle, onların yardımlarından faydalanıldığı da çok olmuştur. Resûlullah efendimiz Tâif muhasarasında; “Kölelerden kim muhasara altında bulunan düşmanı bırakıp yanıma gelirse hürdür” buyurmuştu.
Köleler cihâda teşvik maksadıyla da âzâd edilirdi. Emevîlerin Horasan valisi Cüneyd bin Abdurrahrnân, Türk hakanı Şa’b ile yaptığı muharebenin şiddetlendiği sırada; “Harbde kahramanlık gösteren köle hürdür” diye bağırmıştı. Bunun üzerine köleler, büyük kahramanlıklar göstermiş, harb kazanılmıştı. Müslümanlar, fethettikleri yerlerdeki kölelere, müslüman olurlarsa, âzâd edeceklerini vâdediyorlardı. Böyle pek çok kimse müslüman olmuştu.
Efendileri kölelere o kadar iyi muamele ederlerdi ki, kendilerini çocuklarından ayırmazlardı. Köleler de onları babaları gibi severlerdi. Bu bağlılık, âzâddan sonra da devam ederdi. Harb olduğunda eski efendilerinin emrinde toplanırlar, seve seve savaşa giderlerdi.
Bunların hepsi kendilerini âzâd edenler hakkında fedây-ı can edecek vefakar, hürmetkar ve fedakar idiler. Emevî devri kumandanlarından Muhammed Yezîd Mehlebî bir muharebede bozguna uğrayınca, âzâdlı kölelerini toplayarak; “Ne dersiniz? Asker dağıldı. Her biri bir tarafa kaçtı. Allahü teâlânın takdiri yerini buluncaya kadar, kendim bizzat muharebeye devam edeceğim. Yanımdan gitmek isteyen gidebilir. Elbette ölmenizi değil, hayatta kalmanızı isterim” dedi. Âzâdlılar da; “Biz esîr idik, sen ise âzâd ettin. Yokluk içinde iken refaha ve bolluğa kavuşmamıza, itibârımızın artmasına vesile oldun. Seni bırakıp gidersek sana karşı nankörlük etmiş oluruz. Senden sonra yaşasak ne olur” cevâbını verdiler.
Mevâlînin (âzâdlıların) islâm tarihindeki yeri büyüktür. Bunlar arasından tefsir, hadîs, fıklh gibi İslâmî ilimlerde mütehassıs âlimlerin yanında; meşhûr kumandanlar ve devlet adamları da yetişmiştir.
Bilhassa Hulefâ-i râşidîn (Dört büyük halîfe) devrinde yapılan fetihlerde bol ganimetler elde ediliyordu. Bu arada elde edilen çocuklar arasında zekî olanlar seçilip, müslümanların elinde terbiye edilip yetiştiriliyordu.
Hâlid bin Velîd (radıyallahü anh) Kûfe’nin batısında ve Enbâr yakınlarındaki Ayn-ut-temr kasabasını feth etmişti. Alınan ganimetler arasında kırk tane kabiliyetli çocuk vardı. Bunları hazret-i Ebû Bekr’e gönderdi. O da bu çocukları, muharebede hizmetleri görülenlere dağıttı. Çopuklar, islâm terbiyesi üzere yetiştirilip âzâd edildiler. Daha sonra bunların neslinden büyük âlimler ve devlet adamları yetişti. Mağrib ve Endülüs fâtihi ve aynı zamanda Tabiînin büyüklerinden Mûsâ bin Nusayr, yine Tabiînin büyüklerinden ve rüya tâbiri ilminde mahir büyük âlim Muhammed bin Şîrîn, Resûlullah’ın sallallahü aleyhi ve sellem mübarek hayatlarını (Sîret-i nebeviyye’yi) ilk yazan Muhammed bin İshâk onlardandır. İslâm târihinde, esir çocukları hep böyle yetiştirilmiş, kabiliyetli olanların çok büyük hizmetleri olmuştur. Sonraları Osmanlılarda görülen Enderun mektepleri bu gaye ile kurulmuştur.
Görülüyor ki İslâmiyet, köle yapmak değil, köle âzâd etmek dînidir. Bu sebeble kölelerin asırlardan beri devam edip gelen elem ve ızdırablarını dindirmiş, onların hukukunu en güzel şekilde tanzim etmiştir. Bunu bugün insaflı bütün ilim adamları itiraf etmektedir. Nitekim müsteşrik Van Denberg şöyle demiştir: “İslâmiyet’te köleler için bir çok hüküm bildirilmiştir. Bunlar, Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem ve O’na tâbi olanların kölelere karşı ne derece yüksek bir insanî his taşıdıklarını göstermektedir. Medeniyetin öncülüğünü iddia eden milletler, islâm’ın köleler hakkındaki hükümlerini, daha, yakın târihlerde tatbik etmeye başladılar. İslâmiyet köleliği kaldırmadı fakat, kölenin durumunu en güzel şekilde ıslâh etti. Ona iyi muamele edilmesini emretti.”
İslâmiyet yayılıp, müslüman olmakla şereflenen milletler, erkek köleleri kendi evlâdları, kadınları da kızları gibi bağırlarına basarken, Avrupa devletleri onları geçim vâsıtası yapmış, bu günkü makina ve âletleri olmadığı için, bunların yerine kullanmış ve en ağır işlerde çalıştırmışlardır.
On beşinci yüzyılda Amerika keşf edilince, buranın pamuk, kahve, pirinç gibi tabiî kaynaklarından faydalanmak için yerlileri çalıştırmak istediler. Fakat yerliler buna alışkın olmadıklarından çalıştıramadılar. Bunun üzerine Amerika’daki Hıristiyan papazları, Afrika’dan zenci getirip çalıştırılması için Alman imparatoru Şarlken’e teklifte bulundular (1519). Bu teklif kabul edilince, yüzyıllarca Afrika’dan Amerika’ya köle taşındı. Taşınma sırasında insanlık haysiyetlerine riâyet edilmedi. Bir kısım Avrupa devletleri de, Afrika’da koloniler kurmak suretiyle yerli halkı kendi topraklarında çalıştırıp metro tünelleri açtırdılar. Buraların tabiî kaynaklarını Avrupa’ya naklettiler. Diğer taraftan Okyanusya kıt’asının (Avustralya ve çevresindeki adaların) keşfi, sömürgeci ve köle ticâretinin başını çeken İngiltere’nin çok işine yaradı. Gerek ingiltere gerekse diğer sömürgeci Avrupa devletleri, kölelerin sırtından kendi maddeci medeniyetlerinin, maddî imkânlarını te’min gayreti içerisinde idiler. Nihayet Avrupa’da Siyah kânunu adı ile köleler hakkında bir kânun çıkarıldı. Fransa’nın 1685 tarihli Siyah kanununa göre, hırsızlık yapan köle öldürülürdü. Efendisinin evinden kaçtığında, birinci ve ikinci defalarda kulakları kesilir, demirle dağlanırdı. Bu durum 1848’e kadar böyle devam etti. İngiltere’nin Siyah kânununda ise, efendisinin evinden kaçan köle öldürüldüğü gibi, Fransa’ya ilim tahsiline gitmeleri de yasaktı. Bu târihlerden sonra, kölelerin vaziyetini düzeltmek için zaman zaman bâzı devletler toplandılar. Nihayet 1956 senesinde Birleşmiş Milletlere bağlı bir komisyonun teşebbüsüyle toplanan konferansda, köleliğin, köle ticâretinin, köleliğe benzer tatbikatların kaldırılmasını şart koşan anlaşma kabul edildi.